YEDİ KARDEŞ

YEDİ KARDEŞ

Rüzgar kendini kaybetmişcesine, delirmişcesine esiyor, esmiyor adeta vücudumun her tarafına sert darbeler indiriyordu. Rüzgarın bu hırçın tarzı bulutları kaçırmaya yetmiş, ayın gülen yüzü bu berrak geceyi aydınlatmıştı. Gökyüzünün böylesine açık olduğu gecelerde yıldızları seyretmeye doyum olmazdı.

Ne zaman gece bu denli açık, bu denli berrak olsa, yıldızlara bakar ve onların aydınlığından geçmişe dönerim. Çocukluğumun en keyifli gecesini yaşar dururum. Her yaz köye gider orada bir iki hafta kalırdık. Akrabalarımız çoktu ama biz hep babamın amcasında kalırdık . Babam onu çok sever ve çok saygı duyardı, “Ben bugünlere onun sayesinde geldim” derdi. Küçük yaşta yetim ve öksüz kaldığından amcası ona büyütmüştü. O yüzden onu baba gibi bilir, sayardı, ben ve kardeşlerimde ona hep dede derdik. Bu yaz köye yalnızca ben, annem ve babam gitmiştik. Herkes bir bahane uydurmuş, isteksizlerini farkettiği için de babam onları zorlamamıştı. Bu benim için çok iyi bir avantajdı. Herkes bana ilgi gösterecekti, öyle de olmuştu.

Köyde günler su gibi geçiyordu, yapacak o kadar çok şey vardı ki akşam olduğunda yorgunluktan bitkin düşüyor ve erkenden yatıyordum. Aslında bir işimde vardı: süt sağılırken koyunların kafasını tutuyordum. Sonra canım ne isterse onu yapıyordum. En çok köpeklerle oynamak ve eşeğe binmek hoşuma gidiyordu. Gerçi eşekten bir kere düşmüş ve hafif sıyrıklar almıştım ama yine de bundan pek vazgeçmemiştim. Üstelik benimle biraz dalga geçtiler, güldüler ama sonra benim kızdığımı farketiğince dedem de onlara çıkıştı ve böylece bu kötü maceram unutuldu. Köyde hayat oldukça erken başlıyordu ama ben yer yatağının rahatlığından usanana kadar yatabiliyordum. Sonra birşeyler atıştırıp dışarı fırlıyordum. Herşey çok zevkli geliyordu: tavukların yumurtasını toplamak, tulumbadan su çekmek, köpekleri doyurmak herşey ama herşey. Ama bu güzel günler çok hızlı geçiyordu. Dönüşümüze iki gün kala dedem yanıma geldi, “Bugün erken uyumak yok tamam mı” dedi. “Tamam dede”. Niye diye sormama gerek yoktu, sebebini biliyordum. Yine çok çabuk akşam olmuştu, akşam yemeği yendi, çay içildi. Günü değerlendiriyor ertesi gün yapılacak işleri hatırlatıyorlardı birbirine. Yani beni ilgilendiren şeyler değildi konuşulanlar, ben ne zaman dışarı çıkacagımızı merak ediyordum. Dedem bana baktı ve benim sabırsızlığımı anladı hemen. “Tamam, ben torunumla dışarı çıkyorum “dedi. İşte beklediğim sihirli sözcükler bunlardı.Aceleyle ayakabımı giyip dışarı fırladım, arkamdan dedem geldi. Siyah küçüçük gözleri içine kaçaçak gibi duruyordu. Kırmızı yanklarını kocaman ve düzgün burnu ikiye ayırıyor gibiydi. Boynu yok denecek kadar kısaydı öyleki kafası gövdesine yapışıkmış sanılabilinirdi? Yaşına ragmen saçlarındaki ak teller yok denecek kadar azdı. Kendi dişlerini ellisine basmadan kaybetmiş oldugundan, ağzından çıkardığında pek sevimli görünmeyen yapma dişleri kullanıyordu. “Ufaklık gel bakayım yanıma iyice.Bak şimdi havaya, yıldızlara bak. Onlar benim gardaşım, dostlarım. Çok gece tükettik onlarla.”

Gecenin sessizliği ve havanın o berraklığını soluyarak sarhoş oluyor ve bunun keyfini yaşıyordum.
“Bak şu parlak yıldızlara, şu yedi taneye bak, görüyormusun, bak bir, iki,…” Nasırlı o kocaman elini gökyüzüne çevirmiş, parmağıyla yıldızları gösteriyordu.
“Evet gördüm.” Ben de elimi hayava doğru kaldırıp saymıştım: bir, iki,..
“Onlara yedi kardeşler derler.Bak şu dördüncünün yanındaki ufak bir yıldız var ya , gördün mü, onun adı da Ülker. Onlar da insanlar gibi doğar, büyür, ölürler, onlar da severler. İşte bu yedi kardeşten dördüncüsün yolu bir gün Samanyolu’na düşer. Orada Ülker’i görür ve sevdalanır.İstedir, vermaezler. Sevda bu onu deli divane eder. Kardeşlerinde bu duruma gönülleri razı gelmez ve kızı kaçırmaya karar verirler. Gizlice Samanyolu’na gider ve Ülker’i kaçırırlar ama Samanyolu’ndan korktuları için gökyüzüne Samanyolu’u çıkınca Yedi Kardeşler kaybolur, kaçar yani.”

Yüzünde ayın aydınlığı ve dilinde çobandan çobana aktıralan bu şirin öykü : koca eski çoban böyle kazınıyordu beynime. Bunları anlatmanın, paylaşmanın verdiği sevinç gözlerindeki parıltıdan kolayca anlaşılabilirdi. Hayatının en güzel yıllarını, en zor yıllarını geçirirken yalnızlığına tanık olan bir tek onlardı. Yıldızların hikayelerini bilmek ve onları dost muhabetlerinde dillendirmek o yüzden bu kadar anlamlıydı. Anlatılan hikayelerden mi yoksa bu eski çobanın hisli anlatımından mı etkilendiğimi bilemiyorum ama kendimden geçmiş bir masal ortamında hissediyordum kendimi. Mutlu çocukluğum böyle olmaktan aldığı zevk hiç bitmesin istiyor ve eski çobandan başka hikayeler bekliyordu. Uykudan yeni uyanmışlığın mamurluğu vardı kelimelerimde :”Çobanlar nerede yatar geceleri ?”
“Dağda taşta nere denk gelirse yani. Bazı dağların eteklerinde taşlarla çevrili bir yer vardır. Bazen koyunları onun içine sürer, yandaki taştan üstü açık kulubede yatardım. Ama genelde orası dolu olurdu. Dağlarda bir tane çoban yok ki, bir sürü çoban var. Onlarla karşılaştığımızda can şenliği olurdu, konuşur birbirimize hikayeler anlatırdık. Bazıları çok partalcı olurdu: ” Kocaman bir kurt sürüsü çıktı önümüze, köpekler geri durdu. Baktım olacak gibi değil, sarıldığım gibi deyneğime daldım aralarına. Bir iki tanesine deynekle sıkıca vurunca dağıldı hepsi.” “Buna benzer çok hikayeleri vardı. Şafakla birlikte koyunları ayırır başka yönlerde otlatmaya giderken koyunları. Bu dediğim nadiren olurdu, genelde bir yamaca koyınları sürer, karakoyunu koluma bağlar yatardım. ”
“Niye karakoyunu bağlardın dede?”
“Sürü ben uyurken bir yere gitmesin diye.”
“Nasıl yani?”
“Ben uyurken eğer sürü bir yere giderse, koluma bağladığım karakoyunda onlarla gitmek isteyecek ve yürüyünce de beni sürüklemeye çalışacak. Ben o zaman hemen uyanır ve sürüyü toparlarım. ”
“Çobanlığı özlüyormusun dede?”
“Açık havada yaşamayı, yıldızların altında uyumayı, koyunlara kaval çalmayı özledim tabi. Sürüdeki her koyunu bilirdim. Gökyüzündeki her yıldızı tanırdım.”
“Bütün yıldızların hikayeleri var mıdır?”
“Vardır elbet: Herkesin bir yıldızı vardır aslında: sen doğunca o da doğar, sen ölünce o da kayar. Dur sana bir hikaye daha anlatayım. Eskiden araba falan yokmuş. Kervanlarla taşınırmış herşey. Kervanlarda yoluna gündüz güneşe, geceleri de yıldızlara göre ayarlarlarmış. Kış aylarının birinde bir düğün alayı kuruluyor. Bu düğün kervanı önceden belirlendiği gibi gidip orada düğün yapacak sonra da yola çıkıp gelinle geri dönecekmiş. Neyse, dokuz gün yolculuk yaptıktan sonra sağ salim köye varmışlar. Düğün dernek kurulmuş, üç gün üç gece çoşup eğlenmiş insanlar. Sabahın ilk ışığıyla beraber kervan dönüş yoluna koyulmuş. İlk beş altı gün havalar güzel gitmiş ama yedinci günde bir tipi bir fırtına kopmuş ki ağaçlar yerinden koparıyor atıyormuş. Daha fazla ilerlemek mümkün mü? Kervanbaşı da kervana uygun bir yer bulur bulmaz konaklama emri veriyor. Çadırlar kuruluyor güç-bela ama soğuktan çadırların içine bile durulamıyormuş. Herkes tipinin geçmesini ve biran önce yola çıkılması için dua ediyormuş. Hava kapalı olduğundan gece mi gündüz olduğunu anlamadan çok uzun bir süre orada konaklıyorlar. Gözüne uyku girmeyen kervenbaşı sık sık dışarı çıkıp sabah yıldızını doğup doğmadığına bakıyormuş. Kervanbaşı yine dışarı çıkıp bakıyor ve nihayet çok parlak bir yıldızın doğmakta olduğunu görüyor. Havada biraz sakinleştiğinden bu fısatı kaçırmıyor ve hemen yola koyulmak için emirler veriyor. Yıldıza göre yönlerini belirleyip yola koyuluyorlar ama ne sabah olacağı var ne bildik bir yere ulaşıyorlar. Yiyecekleri içecekleri tükeniyor ama bir türlü varamıyorlar ocağı tüten bir yere. Soğuktan ve açlıktan daha fazla hareket edemeyen koca kervan kırılıyor. Birkaç gün sonra oralardan geçen bir başka kervan bunlara rastlıyor ama bir iki kişi kurtulabiliyor. Daha sonra soruyorlar adamlara “Koskoca kervan nasıl kırıldı?” “Sabah yıldızını görünce yola koyulduk. Ama o yıldız sabah yıldızı değilmiş, sonradan anladık ama ne fayda..” ” O gün bu gündür akşamdan çıkan o parlak yıldıza Kervankıran demişler.”

Yıldızlar gökyüzünde göz kamaştırmaya devam ediyor ve rüzgar tüm gücünü beni yıkmak için kullanıyordu. Soğuğu iyice hissediyordum, hatırladıkça telefondaki ses, dedemim de yıldızının kaydığını söyleyişini. Oysa bu olamazdı, dedem bana hiç usanmadan zamanın o hep aynı noktasında bu hikayeleri anlatıp duruyor. Ağlamak ve acımı yıldızlarla paylaşmak istiyorum ve ağlıyorum saygıyla onları selamlayarak.

UMUT ERSAN

2 Yorum
  1. 14 Ağustos 2011
  2. 17 Şubat 2012

Yorumunuzu Yazınız

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir