Mehmet Akif ve İstiklal Marşı

Mehmet Akif ve İstiklal Marşı Milli Destan

İstiklal Marşı’mızın TBMM’de kabul yıl dönümü münasebetiyle bütün yurtta ve yurtdışında bir çok tören düzenlenmekte. Bu törenlerde İstiklal Marşı’mızın şairi Mehmet Akif Ersoy da anılmaktadır. Bu yazımızda, 12 Mart 1921 yılının şartlarını tahlile çalıştık.

istiklal Marşı’mızın yazılmasına vesile olan şartları izah etmeye çalışalım. Birinci Dünya Savaşı’nın ardından gelen acılı günler devam ediyordu. Çanakkale’de kükreyen fakat ikiyüzelli bin şehidini vatan uğruna bu aziz topraklara gömen Türk Milleti’nin etrafındaki kara bulutlar sıyrılmamıştı. Tarihi boyunca hiçbir kimseye boyun eğmeyen bu yiğit ve imanlı millet, silahsızdı, açtı, bitkindi fakat asla ve asla ümitsiz değildi. Ne giyeceği vardı, ne de yiyeceği. Allah’tan başka da hiç bir desteği yoktu. İşte İzmir’in işgalini duyan Mehmet Akif de, bu imanlı kişilerden biriydi. Şiirlerini neşrettiği Sebilürreşad mecmuasının müdürü olan Eşref Edip’e giderek “Haydi hazırlan, gidiyoruz!” der.
Eşref Edip’se “Nereye üstad” diye sorunca, Mehmet Akif “Harekât-ı milliyenin başladığı yer, elbette ki Anadolu’dur.” der. Ve büyük mücadele başlar. Yani, bu millet, bu günlere kolay gelmedi. Çok zor şartlar yaşandı.

Devletler nezdindeki durumu değerlendirdiğimizde ise durum bugünkü kuşatmadan farklı değildi. O günlerin aksine bugün kuvvetli bir ordumuz ve ekonomimiz var. O günleri Mehmet Akif, 1914 yılında yazdığı bir şiirinde şöyle ifade ediyor ve bugünlere de mesajını gönderiyor: / Ey koca Şark, ey ebedî meskenet!/ Sen de kı mıldanmaya bir niyet et./ Korkuyorum Garb’m elinden yarın, /Kal mayacak çekmediğin mel’anet. / Aynı hâli destan şairimiz Niyazi

Yine o günleri Yıldırım Gençosmanoğlu da şu mısralarıyla belirtiyor: / Seni özünden vuran düşmanın kimmiş dünkü?/ Göreceksin ki yine aynı düşman bugünkü./ ”

Fazla bir şey söylemeye ne hacet! Yine, Mehmet Akif, Balıkesir Zağnos Paşa Camii’nde halka şöyle hitap eder: / Cihan altüst olurken seyre baktın, böyle durdun da/ Bugün, bir serserisin, derbedersin kendi yurdunda. / Ne kadar manâlı değil mi? Müslüman Türk milleti çok ihanete uğramıştır. Gayet tedbirli olmak lazımdır.

Bu düşüncelerden hareketle, İstiklal Marşımızın ifade ettiği mânâ üzerinde duracak olursak, İstiklal Marşımız çok iyi tahlil edilmelidir. Şimdiye kadar onun hakkında tahlil yazısı epeyce yazıldı. Yine de iyi düşünmek lâzımdır. O, milli bir destandır. Milli kültürümüzün bütün unsurlarını onda bulabiliriz. Hiçbir milli marş onun kadar derin manâlı değildir. Bu bakımdan, bilhassa okullarımızda, İstiklal Marşımızın mânâsı üzerinde titizlikle durulmalıdır. Bu marşın hangi şartların mahsulü olduğu zihinlere yerleştirilmelidir.

Şiirin özü nerededir. Bir değerlendirme de bu hususta yapalım. Şiirin özü, son iki mısradır. Bilhassa son mısra: / Hakkıdır hür yaşamış bayrağımın hürriyet/ Hakkıdır Hakk’a tapan milletimin istiklal / mısraları çok anlamlı mısralardır. Nasıl mı? Bakınız: Birincisinde “tarih” ve millî sembol “bayrak” ile “hürriyet” vardır. Bu üçü millî olmanın ve milli kültürün temel unsurlarındandır. Son mısra ise daha da çarpıcıdır: “Hakka tapan” bir “millet”in, “İstiklal hakkıdır”. Burada da (Hakk-Millet-İstiklâl) kelimeleri adeta bir millî formül teşkil ederler.

Malûmdur ki, bu marşın yazılması için beşyüz liralık bir mükâfat konmuş. Bu parayı önce reddetmiş, fakat mecburen kabul etmek zorunda kalmış. Fakat o parayı da “DarüT-Mesai” adlı, fakir kadın ve çocukları korumak için kurulmuş bir hayır kurumuna vermiştir. O sırada da çok büyük bir maddi sıkıntı yaşamaktaydı.

Mehmet Akif’in yaşadığı devrin sosyal ve siyasî özellikleri üzerinde duracak olursak, Akif’in beslendiği ortamın ana yapısı şöyleydi: Meşrutiyetin bıraktığı karışık tortu üzerine inşa edilen bir Tanzimat olayı var. Ülkemizde yeni bir aydın tipine doğru çok farklı kapılar açılıyor. O devrin aydınları içerisinde, Tanzimat’a dört elle sarılan hayatımızı bu fermanla yeni bir şekle sokacağına inananlar bulunuyor. Aydınımız, Fransız İhtilali’nin Batı aydınına sağladığı imtiyazlardan faydalanacak kapıları aralamak istiyordu.

Akif de Batıya yönelişler de olmuştur. Ama onu Batıya yöneldiği için suçlayanlar da olmuştur. Haksızlık edildiği düşüncesindeyiz. Onun “Çanakkale Şehitlerine” şiiri ile “istiklal Marşı”nı okuyan her insanın, Batı’ya bakışındaki disiplinini çok iyi kavrar. O bu konuda sentezci değildir. O, “Batı’ya bir saat önce gidilmesi”ni isterken, “Bir gün önce de dönülmesi”ni arzu etmektedir. “Tek dişi kalmış canavar”ı yakından tanımaktadır. Çünkü oralarda kalmış, herşeyi öğrenmiştir. Biz, 15’inci asırda gerçek Rönesansı yapmışız, ilmin ve tekniğin bütün dallarında o günün dünyasına önder olmuşuz. Sonra, bir kendi kabına çekilme başlamış, bu bilahare kaçış, arkasından çöküşe dönüşmüş. Bundan kurtulmanın yolu da, yeniden gelişen bilim ve teknolojiye dönmesiydi. Gerçek bir çağdaş insanın bugün bundan başka savunacağı yol var mıdır?

Fatih, kendi topunu dökmeseydi, Fethin saadetine o kadar rahat ulaşabilir miydi? Sonra, biz neden dışarıya el açar duruma geldik ve hâlâ da öyleyiz? Akif işte bunun üzerine gitmiştir. Bunda da bizce haklıdır. Ama teslim olmamış, kendi kalabilmiştir. Bizden de istediği budur.

İsterseniz tekrar başa dönelim ve Akif’in yaşadığı devrin sosyal ve kültürel özellikleri üzerinde biraz daha duralım. Akif, sağlam bir eğitim görmüştür. Baytar Mektebi’nde okumuş olmasına rağmen, Fatih semtinin ruhaniyeti ondaki ilk kıvılcımları söndürmemiş ve öylece dipdiri, taptaze tutmuştur. Bu bakımdan, eğitim sonrasındaki kargaşalara, siyasî dağılmalara, acılara ve hüsranlara rağmen, kültürel yönden kendisini çok iyi hazırlamıştır. İşte bu hazırlık safhasında, çevresiyle münasebetleri, temas kurduğu insanların iman ya da inkârda oluşlarına göre farklılık gösterme mecburiyeti getirmiştir. Öyle ki, bir dönem yakın dostluk ilişkisi içinde olduğu Tevfik Fikret’e daha sonra büyük hücumlarda bulunmuştur.

Buradan hemen konuyu “Akif’in Çağdaşları”na getirelim ve Tevfik Fikret’le başlayarak, onun bu çatışmasının sebepleri üzerine gidelim.

İnanç kişinin şahsiyetinin en belirleyici vasıflarından birisidir. Bir insan, kendi temsil kudretini inandıklarıyla gösterir. Kuvveden fiile geçen her inanç, öncelikle duygularda disipline edilir. Belli iç dinamiklerini bulur ve sonra ortaya çıkar. Bu, Mehmet Akif’te ne ise, Tevfik Fikret’te de öyle bir seyir takip eder. Birisi imanın çilesine, öbürü ise inkârın buhranına gitmiş, bu işin ayrı tarafı. Duygularda kronikleşen tavır davranışların seyrini idare ettiği için önceleri; /Allahü ekber.. Allahü ekber…/ Bir savt-ı ulvi; güya tabiat/ Hâmuş hâmuş eyler ibâdet/ Allahü ekber… Allahü ekber…/ diyen Tevfik Fikret, zaman gelecek çılgın bir vehme kapılarak, Kur’an-ı Kerim’e saldırarak /Yırtılır ey ki-tab’-ı köhne yarın/ Maktel-i fikr olan sahifelerin/ diyecektir. İşte Akif, bu Fikret’e hücum etmiş ve ona “Zangoç” demiştir. Bu konuda bir beyti var. Der ki; “Şimdi Allah’a söğer, sonra biraz bol para ver/ Hiç utanmaz protestanlara zangoçluk eder.”

Hatırlatmak isteriz, bu kavga şahsî değildir. Yani ne Akif kendi hesabına bir mesele için Fikret’i karşısına almıştır. Ne de Fikret.. Bu, ikisinin de farklı dünyaları paylaşmasından doğan bir meseledir. Şimdi biz onlarla terkibe gitmeye kalkarsak, ikisinin de birşeylerini bırakmamız gerekir. Ben Fikret taraftarları için birşey diyemem ama, Akif’i sevenlerden hangisi onun bağlandığı değerlerden her hangi birisini feda eder? İşte konu budur. Bu memleketin Akif’e minnet duygusu vardır. Milyonlarca kanın o kanın bedelinden daha çok manevi sıkıntıların, acıların üstesinden gelinerek her zaman saygıyla ifade ettiğimiz “Şükran bestemiz” İstiklal Marşı’mız, onun temsil ettiği düşüncenin şiirleşmesi değil midir? Bakınız Fikret, yaşadığı sürece her türlü imkâna kavuşturulmuştur. Korunmuş, yüceltilmiş, ders kitaplarına alınmıştır. Eğer Akif “İstiklal Marşı” gibi bir milli vecdin sembolü, seci, fu iması olan o şiiri yazmasaydı, o şiir kabul görmeseydi, bugün adını bile bilmeyenlerimiz olacaktı. Hatta, resmen ademe mahkûm edenlerimiz olacaktı. Üstelik Fikret’in yine de varlığına rağmen. Şimdi bırakalım da herkes kendi yatağında, kendi ırmağında aksın.

Aynı çağın bir başka şöhreti : Ziya Gökalp. Aynı çağın insanları.

Akif İstanbul’da, Gökalp ise, Anadolu’da yetişmiştir. Ama önemli bir hususiyetleri vardır. İkisi de millivetçilik ideolojisini benimsemişlerdir. Mesela Gökalp, Tevfik Fikret gibi, kayıtsızca “Batı’ya adabte” arzusunda değildir. Onun, Garp-hlasma’dan anladığı “Türkleştikten, Müşlümanlaştıktaj:]” sonra gelmektedir. Bir nevi sentezcidir. Kendi manevî ve milli değerlerimizi koruyarak bir terkip peşindedir.
Akif’te bulunan “Batı’ya açık pencere”, Gökalp’ta kapıya dönüşmektedir. Farklılık budur. Bir farklılık da, Akif İslâm’ın etrafında kalmakta, Gökalp “Türkçülük” düşüncesiyle bu yolu denemek istemektedir. Ne olduğunu nerede olduğunu bilemediğimiz “Turan” ülküsü, Gökalp’ı Akif’ten ayırmakta ve ayrı bir cepheye çekmektedir…
Gökalp için bazı tenkitler de bulunmakta. Bizde, Batı’daki sosyoloji metodunu benimseyen ilk aydınlardan birisidir. Gökalp’i, Durkheim’in şakirdi sayanlar vardır. Bundan başka, Gökalp, / Bir ülke ki camiinde Türkçe ezan okunur,/ Köylü anlar mânâsını namazdaki duanın,/ Bir ülke ki mektebinde Türkçe Kur’an okunur,/ Küçük büyük herkes bilir buyruğunu Hüdânm/ Ey Türk oğlu, işte senin orasıdır vatanın! / demiştir. Resmi düşünce de, bu temenniyi uygulama alanına koymak istemiş ve böylece halkta bir küskünlük, bir kırgınlık meydana gelmiştir. İleride aydmlar, bu meseleyi çözünce, Gökalp elbette tenkitlere muhatap olacaktır.
Çünkü, o yalnızca böyle bir kusurla kalmamış; Nice’den “Üst İn-san” düşüncesini “Yeni Hayat” tarzında ele almış ve bununla da, “Siyasi ve İçtimai Devrim” adıyla iki merhalede toplumda değişimi arzu etmişti. Bu değişimin birincisi, daha önce savunduğu “Osmanlı Milliyetçiliği”nin terkedilip yerine Batı Tipi demokrasinin kurulmasıydı.

Ahmet Haşim pastoral bir şairdir. Şiire mânâ yüklemek de iste. mez. Romantizmin şiirimizde yerleşmesinde önemli payı vardır. Ama belli bir ideolojisinden de pek söz edilemez. Kurtuluş Savaşının yaşandığı bu dönemde şiirde mânâyı kovup onun yerinde duygu ve hayali yerleştirip acılarımıza kapalı kalışı ki, kurtuluş hareketi yıllarında 30 yaşlarındaydı, anlamlı olmalıdır. Üstelik inancı da oldukça zayıftır.

Aynı yaşlarda olmalarına rağmen, Yahya Kemal daha farklıdır. Onda tarih ve millet şuuru ön plândadır. “Evlâdı Fatihan” duygu ve hüznüyle ruhunu pişirir. Kahramanlık psikolojisi şiirlerine öyle sindirmiştir ki, “Büyük Millet” esprisi adeta onun şiirleriyle tarihi günümüze taşımıştır. O şiirde mânâyı kovmaz. Belki Haşim gibi şiirde musikiye önem verir ama, bize bizi kazandıran değerlerden de fedakârlık yapmaz.

“Bir milliyetçi tarihe değjL_milletinin tarihine meftundur” diyen Yahya Kemal, şiirindeki edasıyla, tarzıyla, sesiyle de geleneğin devamım sağlayan burç isim durumuna gelmiştir. Önemli bir husustur. Bu devirde şiirlerini “aruz”la yazan üç şair vardır: Bunlardan ikisi Akif ve Yahya Kemal’dir. Diğeri de Haşim. Belki, Akif’in diğer çağdaşlarında da aruz kullanıldı ama, bunların çoğu yenileşme cereyanı altında buna süreklilik kazandıramadılar. Zaten bu ikisini öbürlerinden farklı yapan önemli yanlarından birisi de bu olmuştur. Ayrıca millî ve manevî muhtevada da benzerlikleri vardır.

Evet. Belki Yahya Kemal’i, Akif kadar dindar ve İslâm için kafa yoran bir insan olarak göremeyiz. Şu da bir gerçek ki, “Eski Şiirin Rüzgârıyla”da olsun, “Kendi Gök Kubbemizde”yle de olsun, Yahya Kemal’in de Akif’teki ruh dinamizmine yatkın olduğunu söyleyebiliriz. “Süleymaniye’de Bayram Sabahı”, bir namazlık ruhaniyetin ve vecdin müstesna bir destanı değil midir? Akif’teki hasbilik, Yahya Kemal’de sanat endişeleriyle hasbileşirken bile “temel değerler espri-si”ndeki beraberlik her ikisinin ölümüne kadar zedelenmeden sürebilmiştir inancındayız.

“Onun Akif kadar İslâm için kafa yormadığı” gerçeğini her zaman ön plâna alarak değerlendirmeyi yaptık. Buna rağmen, Yahya Kemal’deki “Osmanlı sadakati” çok önemli bir konudur. “Jön Türkler”e katılıp bunların, Padişahı değil, onunla birlikte devleti yıkmak istedikleri gerçeğine ulaşması, devlete sahip olunması zaruretini benimsemesine yol açmıştır. Bunun doğurduğu “Millet Şuuru” Akif’le paralelliği arze-der.

Akif’i mihver kabul ettiğimiz için onun çağında bulunanların başıyla sonu arasındaki kader ortaklığı ve ayrılışlar, çatışmalar ve omuz omuza oluşlar, bizim aydınımızın temsil gücünün ipuçlarını bize vereceği için, genel hatlarıyla ancak bu kadar değerlendirme yapabiliriz. Yakında ölüm yıldönümünde bir daha hayırla yâd edeceğimiz bu büyük şairimizin çevresiyle münasebetleri sanırım dikkate değer görülecektir.

1 Cevap
  1. 08 Mart 2019

Yorumunuzu Yazınız

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir