İKİNCİ DÜNYA SAVAŞINDA JAPONYA VE ATOM BOMBASI

İkinci Dünya Savaşı’nda Japonya ve Atom bombası

Eylül 1939’da patlak veren İkinci Dünya Savaşı başında Japonya, İtalya ve Almanya ile “Roma-Berlin” Antlaşması’na imza attı. Buna göre 3 ülke birbirlerine sonraki on yıl boyunca her konuda yardım etmeyi taahhüt ediyorlardı. Japonya tarafsızlık anlaşmaları ile Çin ve Hindistan’daki çıkarlarını garanti altına almaya çalışıyordu. Ancak 1937 Çin işgalinden beri bölgede ABD ile ilişkileri gergindi.

7 Eylül 1941 yılında Japonya ABD’nin Hawaii’de bulunan Pearl Harbor Limanı’na bir hava saldırısı düzenledi. Ertesi gün toplanan ABD Kongresi Rusya hariç diğer müttefiklerle birlikte Japonya’ya savaş ilan etti. İkinci Dünya Savaşı Pasifik’te ABD ve Japonya’nın üstünlük mücadelesine sahne oldu ve savaş Japon ekonomisini alt-üst etti. 6 Ağustos 1945’te Hiroşima’ya, iki gün sonra da Nagazaki’ye ABD tarafından atom bombası da atılmasıyla mağlubiyeti kesinleşen Japonya 14 Ağustos’ta kayıtsız şartsız teslim oldu. ABD ordusu, müttefik güçler tarafından işgal ordusu olarak Japonya adalarına yerleştirildi.

II. İkinci Dünya Savaşı Sonrası Yeni Güvenlik Politikası ve ABD
Savaş sonrası dönemde ABD için Pasifik’te üstünlüğü ele geçirmek ve Japon ordusunun tekrar güçlenmesini engellemek önemliydi. 1945-1952 arası işgal dönemi bir dizi reform hareketini de beraberinde getirdi. İşgal sırasında uygulamaya konan politikalar ABD hükümeti tarafından müttefiklerine hemen hemen hiç danışılmadan belirlendi.1 Kazanan taraf olarak ABD öncelikle düşmanını silahsızlandırdı ve askerden arındırdı. İkinci adım Japon siyasal ve ekonomik yapısının, kültürel değerlerinin planlı bir şekilde ABD çıkarlarıyla uyumlu hale getirilmesiydi. Gelecekte iyi ilişkilerin kurulabileceği bir Japonya yaratma planı, işgal döneminde harekete geçirildi. Müttefik Devletler Yüksek Komutanlığı (MDYK) altı yıl sekiz aylık bir süreyle Japon hükümeti üzerinde etkili oldu. Bu süre milliyetçilik ve militarizmin engellenmesi ve ülkenin siyasal sisteminin ABD’ye göre şekillendirilmesi için yeterli oldu. İşgal politikasının temeldeki hedefiyse “demokratikleştirme” olarak açıklandı.2

A. Anayasa’nın Oluşum Süreci
1. ABD İşgal Rejimi
General MacArthur yönetimindeki Müttefik Devletler Yüksek Komutanlığı, Anayasa’nın yapılan reformlara uygun olmadığını ve değiştirilmesi gerektiğini gündeme getirdiler. Japon Başbakanı Shidehara ve General MacArthur arasında bir dizi görüşme yapıldı.
İşgal rejimi sonrasında ABD’nin güvenebileceği ve kendisine tehdit oluşturmayacak bir ülkeye ihtiyacı vardı. Bu da ancak Japon halkının reformları özümsemesi ile mümkündü. Demokratikleştirme ve askersizleştirme ABD tarafından “haklı” gerekçeler gösterilerek yapıldı. Bunun için de Japon ordusunun savaştaki başarısızlığı kullanıldı. Ordunun hükümet üzerindeki otoritesi eleştirildi ve askerlerin imparatoru da yanlış kararlar vermeye sevk ettiği vurgulandı. Bir daha böyle bir hatanın yapılmaması, Japon halkının refah içinde yaşaması için demokratik, barışçı bir devlete, dünya barışına inanan bir topluma ihtiyaç olduğu söylendi.
Toplumun dönüşümünü sağlamak için değişime ilk olarak eğitimden başlandı. Siyasal değişimin anahtarı ise anayasaydı. ABD’ye göre reformlar şu temellerden yola çıkmalıydı:
-Anayasa değişikliği gereklidir.
-Değişiklik gerekirse işgalcilerin zorlamasıyla yapılabilir. Ama öncelikle Japonya’nın bunu kendi isteğiyle kabul etmesi sağlanmalı.
-Anayasa değişikliği şunları kapsamalı: İmparatorun yetkisini azaltmak; politika yapımında ordunun etkisini kırmak; Diet’in (Japon Meclisi) bütçeyi hazırlanmasını sağlamak; İnsan haklarını etkili kılmak.
-İşgal nedeniyle politik değişiklikler konusunda hassaslaşan Japonya, liberal politikalara liderlik etme potansiyeline sahip olduğuna inandırılmalı ve Japonya liberal politikaya eklemlenmeli.3

2. Toplumsal Kabul
Japonya savaştan kuruşsuz, yoksul ve ekonomisi harap olmuş olarak çıkmıştı. Bu yıllardaki ilk öncelik halkın temel yaşam gereksinimlerini karşılamasına yönelikti. Savaştan alınan derse göre, ulusal çıkarlar üzerinden zıtlaşmaya gidilen bir dünyada Japonya ekonomik refahı asla sağlayamazdı. Silahsızlanarak, yasal araçlarla bunu gerçekleştirmek izlenebilecek en iyi yoldu.4
Bir zamanlar halkın gözünde kahraman olan ordu perişan olmuş, kendi sonunu kendisi hazırlamıştı. Halk yenilgiden orduyu sorumlu tutuyor ve artık, saldırgan politikalar izleyen bir rejimin kendisine mutluluk getirmeyeceğini biliyordu. Ayrıca Japon ordusunun 1931’den itibaren gerçekleştirdiği katliamlar utanç kaynağıydı. Yenilgiden sonraki yabancı yönetim, yabancı etkisinin genel kabulü eğilimini de beraberinde getirdi.

1 Hakan Gönen, “ABD-Japonya Güvenlik Antlaşmaları: Oluşumu, Evrimi ve Sonuçları”, Uluslararası İlişkiler, Cilt 1, Sayı 4 (Kış 2004), s. 119.
2 Robert E. Ward, “Presurrender Planning: Treatment of the Emperor and Constitutional Changes” içinde Robert E. Ward ve Sakamoto Yoshikazu (ed.), Demokratizing Japan: The Allied Occupation, Honolulu, University of Hawaii Press, 1987, s. 2.
3 Ibid., s. 20.
4 Hunter, op. cit., s. 57.

DÜNYADAKİ GELİŞMELER:
1938 yılında Prof. Otto Hahn ve asistanı Ilse Meitner yaptıkları deneyler sırasında tesadüfen Uranyum atomlarının nötronların etkisiyle parçalandıklarını bularak yeni bir çığır açmışlardır. İkinci Dünya Savaşı sırasında Oppenheimer,

__________________________________________________________________
(*) Benzer bir makale Y/45 N/531 sayılı Standard Dergisinde (1) Mart 2006 da yayınlanmıştır.
(**) 1971-1988 yılları arasında TEK Nükleer Santrallar Dairesi Başkanı olarak görev yapmıştır.

Bethe, Teller gibi genç fizikçiler tarafından geliştirilen atom bombası Hiroşima’ ya atılmış ve eşi görülmedik bir tahribata yol açmıştır. Böylelikle, bütün dünyanın dikkati ilk olarak bu yeni enerji kaynağına yönelmiştir.
Kontrollu olarak atomların parçalanmasından ilk defa 1942 yılında CP-1 (Chıcago pile) reaktöründe enerji elde edilmiştir. Deney maksadıyla işletilen bu reaktörün gücü 0,5 Watt’ tı ve kısa bir süre için 200 Watt güç elde edilmişti. Bundan sonra, araştırma amacıyla, radyoizotop veya askeri maksatlarla plütonyum üretmek için reaktörler kurulmuştur.
Nükleer enerjiden ilk olarak Aralık 1951 de EBR-1 (Experimental Breeder Reactor) reaktöründe elektrik üretilmiştir. Tuhaf bir rastlantı sonucu, bugün bile gelişmesini tamamlamış kabul edilmeyen bir hızlı üretken tip reaktör ilk defa elektrik üretiminde kullanılmıştır. Doğruca elektrik üretimi amacıyla kurulan ilk nükleer santral 1954 yılında Rusya’ da işletmeye açılan 5 MWe gücündeki Obninsk Santralı’ dır.
1955 yılında “Atom Enerjisinin Sulhçu Maksatlarla Kullanılması” amacıyla toplanan 1.Cenevre Konferansında o zamana kadar çoğunlukla askeri nedenlerle gizli tutulan bilgilerin pek çoğu açıklanmıştır. Bundan sonra nükleer alanda yapılan araştırma ve geliştirmeler çok daha geniş bir ortama yayılarak kısa zamanda ürünlerini vermeye başlamıştır.
1964 yılında toplanan 3.Cenevre Konferansı da bir dönem noktası olmuştur. O tarihe kadar nükleer santralların konvansiyonel santrallara kıyasla daha az ekonomik olduğu inancı yaygınken, son gelişmeler sayesinde ve 600-1200 MWe gücündeki büyük ünitelere gidildikçe nükleer santralların fosil yakıtlı santrallarla aynı fiata ve hatta daha ucuza elektrik üretebileceği anlaşılmıştır. Böylece, kurulmasına başlanan büyük güçlü ticari nükleer santrallar 1969-70 yıllarından sonra artan bir hızla işletmeye girmişlerdir. 1972 yılı sonunda toplam kurulu nükleer güç 52000 MW e ’ı geçmiştir.
1973 deki petrol krizini izleyen yıllarda, planlanan petrole dayalı santrallar yerine nükleer santrallar kurulması yönünden aşırı iyimser bir eğilim ortaya çıkmıştır. O yıllarda, nükleer santralların 2000 yıllarında pek çok ülkede toplam elektrik üretiminin % 50’sinden fazlasına hatta % 80’ine erişeceği tarzında tahminler yapılmıştır. Fakat, petrol krizi sonucunda gelişmiş ülkelerin pek çoğunda ekonomik durgunluk ve alınan tasarruf önlemleri dolayısıyla elektrik üretimi artışlarında bir duraklama olmuştur. Bunun yanı sıra, 1975-77 yıllarında, birçok ülkede, nükleer santrallara karşı çevre sorunları yaratacağı veya nükleer silahların yayılmasına yol açacağı gerekçeleriyle artan bir direniş göze çarpmaktadır. Bunun sonucunda, 1973-1974 yıllarındaki nükleer santrallarla ilgili aşırı iyimser tahminlerin aksine yeni siparişlerde azalma ve duraklama olmuştur. 2001 yılı sonu itibarıyla işletilmekte, kurulmakta ve planlanmış olan santrallar TABLO 1 ’de (2) gösterilmektedir.
Petrol krizini izleyen yıllardaki duraklamadan en çok etkilenen ülke A.B.D. olmuştur. Finansman güçlükleri ve lisanslamada karşılaşılan güçlükler, gecikme ve değişiklikler dolayısıyla santralların kuruluş süresi ve maliyeti aşırı derecede artmıştır. 1979 yılında TMI-2 (Three Mile Island) santralında çeşitli mekanik arızaların ve işletmeci hatalarının üst üste gelmesiyle büyük bir kaza olması A.B.D. ve pek çok batı ülkesinde son derece olumsuz bir etki yaratmış ve Doğu Bloku ülkeleri dışında santral siparişleri hemen hemen durmuştur. 1986 yılına doğru A.B.D de diğer batı ülkelerinde ekonominin tekrar olumlu bir gelişme göstermesi ve 1983 yılından itibaren elektrik tüketim artışlarının tekrar hız kazanması nükleer alanda yeniden bir kıpırdanma getirmiştir. Bunda, TMI kazasıyla ilgili olarak yapılan ayrıntılı araştırmaların nükleer santralların sanıldığından daha güvenli olduğunu göstermesi ve kazanın sonuçta kimsenin ölümüne veya hastalanmasına yol açmaması da önemli rol oynamıştır.
Herşeye rağmen, nükleer santrallarda üretilen toplam elektrik enerjisi sürekli olarak artmış, Ocak 2002’de 2619 Twh’ a erişmiştir. Böylece, dünyada toplam elektrik enerjisinin % 16’ sı nükleer santrallarda üretilmiştir. Ocak 2002 itibarıyla, bazı ülkelerde nükleer enerjinin toplam elektrik üretimi içindeki payı TABLO 2 ’de (2) gösterilmektedir.

TÜRKİYE’DE Kİ GELİŞMELER:
Türkiye’ de nükleer enerjiyle ilgili olarak atılan ilk adım 1956 yılında Başbakanlığa bağlı Atom Enerjisi Komisyonu’ nun kurulması olmuştur. Buna bağlı olarak 1961 yılında Çekmece Nükleer Araştırma ve Eğitim Merkezi’ nde 1 MW gücünde eğitim ve temel araştırmalar için yararlanılan bir “Swimming pool” tipi deney reaktörü işletmeye alınmıştır. Ayrıca, yine Atom Enerjisi Komisyonu’ na bağlı olarak Ankara Nükleer Araştırma Merkezi kurulmuştur. Bu enstitülerde tatbiki eğitim, bilimsel araştırma ve geliştirmeler yapılmış ve yapılmaktadır.
Elektrik üretimi amacına dönük olarak kurulması tasarlanan nükleer santral ile ilgili ilk fizibilite etüdleri 1967-70 yıllarında yapılmıştır. Bunlara göre, 1977 yılında işletmeye girecek şekilde 300-400 MWe gücündeki tabii Uranyumlu yakıta dayanan “ağır su” tipi bir nükleer santralın kurulması öngörülmüş, fakat, 1970-71 yıllarındaki devaluasyon ve politik gelişmeler nedeniyle tatbikata geçilememiştir.
1970 yılı sonlarında elektrik sektörü yeniden düzenlenerek Türkiye Elektrik Kurumu teşekkül etmiş ve o zamana kadar Elektrik İşleri Etüd İdaresi ve Etibank’ça yürütülen işler bir elde toplanmıştır. TEK’ e bağlı olarak kurulan Nükleer Enerji Dairesi 1972 yılı başında çalışmalarına başlamıştır. İlk olarak evvelce yapılmış olan çalışmalar gözden geçirilmiş, fizibilite etüdleri değişen şartlara göre revize edilmiş (3) ve şu sonuçlara varılmıştır:

– Hemen kuruluşuna başlansa bile, artık 1977 yılına kadar ilk nükleer santralın devreye girmesi mümkün değildir. Nükleer santralların ihale hazırlıkları, yer ve kuruluş lisanslarının alınması 3-4 yıl, kuruluşu 6-7 yıl aldığından ilk nükleer santralın ancak 1983-84 yıllarında güvenilir enerji üretimine başlaması uygun görülmektedir.

– Konvansiyonel santrallarla kıyaslanabilir bir ekonomiye erişebilmesi için nükleer santralların ünite güçleri en az 600 MWe veya daha yüksek olmalıdır. Elektrik sistemleri büyük olan gelişmiş ülkeler standart olarak 900-1200 MWe gücünde nükleer santrallar kurmaktadırlar.

– Diğer termik santrallara kıyasla % 50 daha fazla olan soğutma suyunun temini, özellikle, 300-400 ton ağırlıkta parçaların taşınabilmesi için santral deniz kıyısında kurulmalıdır.

– Tabii Uranyum’ lu yakıta dayanan “ağır su” tipi santrallar yalnızca Kanada tarafından imal edilmektedir. Oysa, diğer gelişmiş ülkelerin hepsi de zenginleştirilmiş Uranyum’ la çalışan “hafif su” tipi santrallara yönelmişlerdir. “ağır su” tipi santrallarda, ağır su temini, yalnızca bir ülke tarafından imal edilmesi ve hassas bir teknolojiye dayanması, üzerinde dikkatle durulması gereken hususlardır. Buna karşılık yakıtı ucuzdur ve teminde güçlük beklenmemektedir. Öte yandan, “hafif su” tipi santrallarda dünya ölçüsünde büyük bir pazar ve tecrübe birikimi oluşmuştur, daha az hassas bir teknolojiye dayanmaktadır; fakat, yakıtı pahalıdır ve özellikle yakıt zenginleştirmesinin bir dar boğaz teşkil etmesi endişesi vardır. Daha geniş bir pazar ve rekabet şartları altında her iki tipe de açık olarak alınacak tekliflerin incelendikten sonra en elverişli tipin tespiti uygun olacaktır.

Bu sonuçların ışığında 1974 ve 1975 yılları içinde kuruluş yerinin kesin karara bağlanabilmesi için büyük çabalar harcanmıştır. Kuzeybatı Anadolu’nun bazı bölgeleri askeri ve nüfus yoğunluğu gibi nedenlerle sakıncalı bulunmuş, Marmara Denizi’ nin güney kıyılarında yapılan ayrıntılı araştırmalar bu bölgede depremin büyük bir sorun teşkil ettiği sonucunu vermiştir. Bunun üzerine, deprem yönünden daha elverişli olan Orta Karadeniz ve Akdeniz kıyılarında yeni kuruluş yerlerinin araştırılması zorunlu bulunmuş, özellikle nükleer santrallarda güvenlik yönünden büyük önem taşıyan nüfus yoğunluğu ve deprem yönünden en uygun yer olarak Akdeniz kıyısında Taşucu’nun yaklaşık 40 km batısındaki Akkuyu seçilmiştir. Daha sonraki yıllarda ikinci bir nükleer santral yeri olarak Karadeniz kıyısında Sinop’un 30 km batısındaki Karaburun belirlenmiştir.
Kuruluş yeriyle ilgili çalışmalara paralel olarak, yer araştırmaları, ön projeler ve ihale şartnamelerinin hazırlanmasında işbirliği yapılacak 1 Fransız ve 3 İsviçreli firmadan oluşan müşavir-mühendislik konsorsiyumuyla 1975 yılında sözleşme yapılarak çalışmalar başlatılmıştır.
Çalışmaları yürütecek kadronun oluşturulması amacıyla O.D.T.Ü ve diğer üniversitelerden yabancı dil bilen yeni mezun 15 öğrenciye alanlarıyla ilgili master yapma hakkı tanınarak uzmanlaşmaları sağlanmıştır. Buna paralel olarak, yaklaşık 30 teknik eleman yurt dışında nükleer santralların tesis ve işletmesinde birer yıl veya daha uzun süreler iş başında eğitilmişlerdir.
Ayrıntılı yer araştırmaları sırasında, aşağıda açıklandığı şekilde, çeşitli devlet kuruluşları ve üniversitelerle ortak çalışmalar yapılarak Haziran 1976 da Türkiye Atom Enerjisi Kurumu’ ndan yer lisansı alınmıştır.
Ortak çalışma yapılan kuruluşlar:
Demografi : D.P.T., Devlet İstatistik Enstitüsü, Turizm Bakanlığı, İmar İskan Bakanlığı
Bölgesel Planlama Teşkilatı
Deprem : Deprem Araştırma Enstitüsü, İTÜ Maden Fakültesi, ODTÜ –
Deprem Bölümü
Jeoloji : M.T.A., Hacettepe Üniversitesi Jeoloji Bölümü
Sismik Etüdler : M.T.A., Ege Üniversitesi Sismik Araştırmalar Bölümü
Zemin Hidroloji : M.T.A., D.S.İ., E.İ.E
Meteoroloji : Devlet Meteoroloji Enstitüsü, 100 m. yüksekliğinde meteoroloji kulesi
Deniz Araştırmaları, Tsunami: ODTÜ-Erdemli Deniz Araştırmaları Bölümü
Soğutma Suyu Etüdleri, Liman: ODTÜ Hidrodinamik Bölümü, Hidrodinamik modelleme
Çevre Etüdleri : ODTÜ Çevre Mühendisliği Bölümü
Uçak Kazası : Türk Hava Kuvvetleri Hava Alanları Bölümü
Elektrik Sistem Etüdleri : İTÜ Elektrik Fakültesi

Yer lisansı alındıktan sonra da, nükleer santralın projelendirilmesine esas alınacak verilerin belirlenmesi ve irdelenmesi (deprem ivmesi, zemin şartları, soğutma suyu, meteorolojik şartlar, v.s.) amacıyla ayrıntılı yer araştırmaları uzun bir süre devam ettirilmiştir.
1977 yılında yapılan ihalede en uygun teklifi veren ASEA ATOM-STAL LAVAL (İsveç) – Spie Batignolles (Fransız) grubuna niyet mektubu verilerek sözleşme görüşmeleri başlatılmıştır. Buna paralel olarak, nükleer yakıt temini ve zenginleştirme hizmetleri için ihalede öncelik kazanan COGEMA (Fransız) firmasıyla sözleşme hazırlıkları yapılmıştır. O yıllarda yaşanan finansman sorunları görüşmelerin uzamasına yol açmıştır. 12 Eylül 1980 de firmalar görüşmelerden çekilmişler ve ihale sonuçlandırılamamıştır.
1980-83 yılları arasında tüm ön çalışmalar (yer araştırmaları, fizibilite raporları, ihale şartnameleri) tamamen kendi elemanlarımızla elden geçirilerek tekrar ihaleye çıkılmıştır.
2 Kasım 1983 tarihinde (seçimlerden 1 gün önce) Cumhurbaşkanı tarafından, Türkiye’nin 3 adet nükleer santral kurmaya karar verdiği ve tüm ihale, mühendislik, imalat, tesis, işletme, yakıt temini ve kullanılmış yakıtların depolanmasını yürütmek üzere Nükleer Elektrik Santralları Kurumunun (NELSAK) kurulduğu açıklanmıştır.
Yeni kurulan hükümet NELSAK kararnamesini yürürlüğe koymadığından ihale çalışmalarına TEK bünyesinde devam edilmiştir. Önceliği alan CANDU (Kanada, Doğal Uranyumlu Yakıt) ve KWU (Alman, Zenginleştirilmiş Uranyumlu Yakıt) firmalarıyla paralel olarak sözleşme görüşmeleri yürütülmüş; anahtar teslimi bazında tüm ayrıntılarıyla sözleşme dokümanları (16 cilt) hazırlanmıştır.
Karar aşamasında hükümet nükleer santralların “Yap-İşlet-Devret” modeline göre dış firmalarla/TEK’in oluşturacağı bir şirket tarafından kurulmasını, tüm teknik ve finansman sorumluluğunun bu şirket tarafından taşınmasını ve 15 yıllık işletme süresinin sonunda tesisin TEK’e devredilmesini talep etmiştir. Bunun üzerine, KWU ve CANDU firmalarıyla böyle bir modelin oluşturulması amacıyla yaklaşık 1 yıl daha görüşmeler devam etmiştir. KWU firmasının gerekli tüm finansmanı (4,3 Milyon DM) sağlamasına ve ön hazırlıkların tamamlanmasına rağmen, krediler için devlet garantisi verilmesinde ısrar etmesi nedeniyle, görüşmelere CANDU firmasıyla devam edilmiştir. CANDU firmasının da gerekli kredinin tamamını sağlayamaması ve devlet garantisi verilmesinde ısrar etmesi üzerine 1985 yılı sonlarında görüşmeler kesilmiştir. Tam o sırada meydana gelen Chernobyl kazasını takiben de, tüm dünyada olduğu gibi, ihale iptal edilmiş, çalışmalar sonuçsuz kalmıştır.

SONUÇLAR VE ÖNERİLER
Fosil yakıt fiyatlarındaki artışlar ve Ortadoğu’ da ki gerginlikler devam ettiği takdirde, yakın bir gelecekte A.B.D. ve Avrupa dahil pek çok ülkede tekrar nükleer santralların kurulmasına başlanacağı görüşündeyiz.
Doğal kaynakları sınırlı olan ve halen elektrik üretiminin önemli bir bölümünü ithal edilen kaynaklarla (petrol, doğal gaz) karşılamak zorunda kalan ülkemizde de, hızla artmaya devam eden elektrik tüketim ihtiyacını karşılayabilmek için, er veya geç nükleer enerjiden yararlanılacaktır.
Geçmişten alınan dersler, kuruluş yeri seçiminden başlayarak, ihale, finansman temini, kuruluş ve işletmenin başarılı olabilmesi için çok dikkatli ve uzun soluklu bir ön hazırlığa ihtiyaç olduğunu göstermektedir. Çok sayıda nükleer proje, A.B.D. dahil birçok ülkede kuruluş yeri veya teknolojik seçimlerde yapılan hatalar, politik veya finansal güçlükler dolayısıyla tamamlanamamış, durdurulmuş, işletmeye alınamamıştır.
Chernobyl kazası öncesinde deneyim kazanan kadro tamamen dağılmış, önemli bir bölümü emekli olmuş, yenileri yetiştirilememiştir. Üniversitelerde de nükleer alanlarda yetiştirilen öğrenci sayısı çok azalmıştır.
Türkiye’ de nükleer santral kurma çalışmalarının geçmişte pek çok kereler olduğu gibi sonuçsuz kalmaması için, sürekliliği sağlam temellere ve yapılara bağlanan uzun vadeli bir nükleer programın çok iyi düşünülerek ve tartışılarak hazırlanması gereklidir. Kanımızca, hemen başlatılması gereken, üniversitelerden başlayarak tüm ilgili kuruluşlarda nükleer programın başarıyla yürütülmesini sağlayacak elemanların eğitilmeleri ve yetiştirilmeleridir.
Yeterli hazırlık yapılmadan, gerçekleştirilmesi hemen hemen imkansız olan hedefler konularak atılacak bir adımın sonuçsuz kalacağından ve Türkiye’nin nükleer enerjiye geçişteki inandırıcılığını yitireceğinden endişe ediyoruz.
Bunun için, yapılması gereken ilk şey, yer seçimi, ihale, finansman, lisanslama ve kuruluş aşama ve sürelerinin gerçekçi ve bilimsel verilere dayanarak planlanması ve bu planın aksaklıklara ve gecikmelere yol açmadan uygulanması olmalıdır.

Kaynaklar:

(1) Dr.Ahmet Kütükçüoğlu, Geçmiş Nükleer Alanda Yapılan Çalışmalar, Standard Y/45 N/531 Mart 2006
(2) Dr.Ali Tanrıkut, Sürdürülebilir Kalkınmada Nükleer Enerjinin Rolü, Standard Y/45 N/531 Mart 2006
(3) Nuclear Power Project, Revised, Feasibility Report
Türkiye Elektrik Kurumu, NED 18/A, B, C, D November 1973

11 Yorum

  1. ikinci dünya savaşı hakkında yazınız için teşekkur ederim.

  2. Yaaaaa ! Ödevimi bulamadım bir türlü yaa ! Of NAPCAM BEN

  3. ya birşey dicem neden nerelere düşdükleri yazmıyor şurada hangi yerlere düştüğünü söleseniz iyiydi inceledim ama bulamadım ayrı ayrı nerelere düştü yazarmısınız

  4. Savaşlar hep acı verici olmuştur. bu günlerde 3.Dünya savaşından söz ediliyor. Aman Allah korosun…

  5. II.Dünya Savaşı gerçekten önemlidir. Paylaşımın yapıldığı bir dönemdir. Şimdilerde de 3.paylaşım savaşı çıkma üzere. Tüm liderler aklınızı başınıza toplayınız…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir