EGED Gençleri Revise Your Story Erasmus+ Projesine Katıldı
EGED gençleri, üyesi olduğu VİEWS İnternational adlı kuruluşa bağlı Vizioner Foundation tarafından Bulgaristan’da, 12 – 19 Nisan tarihlerinde düzenlenen Revise Your Story Erasmus+ projesine katıldı.
EGED’i bu projede üyelerinden Adil Ahmet Kavrama, Amine Ennur Aksoy, Ezgi Özyaşamış, Mina Turgut ve Oğuzhan Al temsil ettiler.
Üyelerinin yurtdışı deneyimi yaşayarak ufuklarını genişletmeyi önemseyen EGED, benzer organizasyonlara dahil olma girişimini sürdürecek.
Bakalım EGED gençleri Bulgaristan’da neler yaşamışlar, Amine Ennur Aksoy’un kaleminden okuyalım!
Bir haritanın hakkında fikrimiz olsa da olmasa da, iyi coğrafya bilsek de bilmesek de, toprakları içinde yaşadığımız ülkenin komşusu bile bizi çeker, bilmediğimiz şeylere olan merakımız üzerine nice tespitler yapılmıştır da asıl konuya akışı taşımak maksadıyla buna devam etmemeliyiz.
Türkiye’den giden 5 heyecanlı insanın da yola çıkmadan önceki süreçlerle tüm mücadelesi, yoldayken tüm o varma isteği tam da bu merak yüzündendi. Birimiz hariç, diğer 4 kişinin ilk defa yalnız yurtdışı deneyimiydi ve her şeyden önce bu, bir görme engellinin bağımsızlık serüveninde geriye dönüp düşününce hatırlanması gereken farklı bir soluk olacaktı.
Yolculuğumuz Bulgaristan’ın Sandanski kasabasınaydı. Farklı şehirlerden gelip İstanbul’da toplanan 5 grup üyesi, kâh birbirlerini tanıyacakları, kâh yeniden sevecekleri bir yolculuğa çıkıyorlardı.
İstanbul Havalimanı’nda bize eşlik etmeye çalışan, yer yer eşyaymışız hissiyle bizi elden ele teslim eden görevlilerle; check-in, pasaport kontrolü, bilet kontrolü gibi aşamaları geçtik. Güvenliklerden, xray cihazlarından geçerken kendi çantalarınızı idare edebilmek, gruba ayak uydurup aynı hızda devam edebilmek bile bazen başardıkça motivasyon katıyor insana. Koşturmaca denen o şeyi hissediyorsunuz içinizde, koşturan bu defa kesinlikle kendinizsiniz, eminsiniz. Bağımsızlığın şarkılarının duyulduğu anlardan bazıları oluyor sizin için.
Bizi Bulgaristan’a çekip götüren bir erasmus + projesi. Hikâye anlatıcılığı (Story Telling) üzerine group çalışmalarının yapılacağı, yaratıcılığımızın güçlendirileceği, ve muhakkak yeni insanların tanınacağı 1 haftalık şahane bir proje. Hikaye anlatıcılığıyla ilgili öğrendiklerimizi gerçekleştirebiliyor muyuz, cevabını bu yazının sonunu getirmekle göreceğiz ve size de göstereceğiz. Çünkü anlatacağımız bizim hikâyemiz.
İstanbul Havalimanı açıldıktan sonraki ilk bir haftanın yolcularından beşi de bizdik. Havalimanlarının erişilebilirliği zaten tartışılırken çok daha büyük bir havalimanında bizi nelerin bekleyeceğini kestirmek zordu. Ama gördük ki erişememe konusunda bizim adımıza çok da bir şey değişmemiş. Yetmemiş anonslar kaldırılmış. Bir kör için bunun anlamı çok açık.
Uçağımız havada 1 saat bile kalmadı. Sofya Havalimanı’na iniş yaptığımızda gün akşamüzerine doğru ilerliyordu. Maalesef yağmurlu bir Bulgaristan’a indik. Bulgaristan diyoruz, çünkü sadece Sofya değil gittiğimiz Sandanski kasabası da o gün yağmurluydu. Sofya Havalimanı çok büyük bir havalimanı değil. Belki bu yüzden, belki de daha farklı bir bilinç hakim olduğu için uçaktan çıkıp havalimanında diğer gruplarla buluştuğumuz aşamaya kadar bize iki sempatik görevli eşlik etti. Bahsettiğimiz elden ele teslim süreçleri burada hiç olmadı.
Yurtışına çıkar çıkmaz sanki Türkçe bir iki kelime duymak, her zaman duyulandan daha farklı hissettiriyor. Birkaç Türkçe kelime bildiklerini, onları söyleyerek bize gösteren görevlilerle, eşlik ettikleri sürece eğlenceli bir muhabbet kurduk ve belki Bulgaristan ile ilgili bizi motive eden ilk başlangıcımızdı.
Projeye 5 farklı ülkeden katılımcılar iştirak ediyordu; Bulgaristan (ev sahibi ülke olarak), Belçika, İtalya, Slovenya ve Türkiye. İtalyan grup hariç Sofya havalimanına iniş yapan diğer tüm ülkelerle birlikte 2 saatlik sürecek Sandanski kasabasına otobüs yolculuğumuz başladı. 5 ülkeden 35 kadar insan, elbette ortak dil olarak İngilizce kullanacaktı. En basit iletişimden en karmaşık konulara kadar her şeyle İngilizce olarak etkileşim kuracağımızı bilmek endişe verici de olsa, otobüste sağımızda solumuzda muhabbet eden insanları duydukça kendimizin de bunu yapmayı deneyerek iletişim denen o yegâne sürece dahil olabileceğimizi kabulleniyorduk. O an Türkiye grubu olarak ortak merakımız, Türkçe’nin yabancı insanların kulağına nasıl bir şey gibi geldiği oldu. En yakınımızda bulduğumuz Belçika grubundan bir arkadaşımıza sorduk ve bize gayet garip bir tasfir yaptı. Duyduğumuzda komik geldi ve gerçekten böyle mi konuşyoruz diye sorgulamadan edemedik. Neden o anı ses kaydı almadığımızı bilmiyoruz. Kimi zaman sessizliğe boğulan, kimi zaman etraftan İngilizce konuşmalar ve kahkahalar yükselen 2 saatlik yolculuğumuzun ardından, havası çok temiz, etrafta dağların görüldüğü, küçük ama şirin Sandanski’ye vardık. Burası Bulgaristan’ın en güneyinde yer alan kasabalardan biri. Yunanistan sınırına 20 kilometre uzaklıktaydık.
Otelimiz pansiyon havasında küçük bir oteldi. Pansiyon havasında olması bizce içeriye bir samimiyet katmıştı, çok büyük olmamasıysa erişilebilirliğini tartışıp sorgulamamız gereken çok fazla yönü olmadığı anlamına geliyordu. Türkiye grubundan herkes yemeklerle ilgili her zaman olumlu şeyler düşünemese de, özellikle son günlere doğru harika yemekler tattığımızı düşünüyoruz. Otel çalışanları, özellikle mutfak çalışanları gayet ilgili ve özenli davranıyorlardı. İlk günler anlaşacağımız bir dil yoktuysa da, o alakayı hissedebildik. Şaşırtıcı şekilde üçüncü, dördüncü günlerden itibaren anlaşabileceğimiz düzeyde bizimle İngilizce konuşmaya başladılar. Bu hızlı değişim nasıl oldu bilemedik. Ama önümüze gelen yemeğin ne olduğunu sorduğumuzda cevap alacak kadar anlaşmaya başladık. Ve bu kesinlikle onların çabasıyla oldu.
Yaklaşık 35 kişiden oluşan grubumuzda tamamen gören, az gören ve görme engelliler bir aradaydı. Odalarımız 2 veya 3 kişiden oluşuyordu ve herkes farklı ülkelerden insanlarla eşleşmişti. Bunun anlamı; bir hafta boyunca oda arkadaşlığı yapacağımız o bir iki insanla diyaloğumuz ister istemez bizim için daha anlamlı olacak, öyle kalacaktı. Biriyle yola çıkmak, oda paylaşmak, insanlara başka anların veremeyeceği izlenimler veriyor şüphesiz. Ayrıca odalarda görme engelli ve gören insanlar birlikte eşleştirilmeye çalışılmıştı. Odanın oryantasyonu ve ilk günlerdeki olası birtakım bazı anlar için bu iyi bir fikir olsa da, bu tür eşleştirme yöntemi tartışmaya açık elbette. Biz sadece süreci buraya aktarmış olalım.
İlk akşam tarifsiz bir yorgunluk ve açlık hissiyle bavullarımızı odalara bırakıp, oda arkadaşlarımızla tanışıp bizim için hazırlanan ilk akşam yemeğini yemek üzere masaların sandalyelerin bir arada bulunduğu küçük samimi restorana geçtik. Özellikle aynı masada bulunduğumuz insanlarla bireysel tanışmalar yapmaya ve hatta başka muhabbetlere atlamaya başladık. Nereden geldiğimiz, ülkemizde neler yaptığımız gibi basit muhabbetler de olsa o an insana konuştuunu, konuşabildiğini kanıtlıyor ve aslında başka bir dilde de olsa nasıl hâla tamı tamına kendiniz olabildiğinizi anlatıyor.
Ertesi sabah güne kahvaltıyla başladık ve tanışma oyunlarıyla açılışını yaptığımız 1 haftalık keyifli oturumlar başladı. Herkes isminin baş harfiyle kendisi için, ait hissettiği İngilizce bir sıfat buldu ve tüm grup birbirini bu sıfatlarla ezberlemeye çalıştı. Gayet keyifli, hafıza sorunlarının görüldüğü anlar yaşadık. O günden itibaren tüm günlerin başlangıcında her ülke, grubu uyandırmak ve gruba hareket kazandırmak için enerji verici oyunlar oynattı. Türkiye’nin günü çarşambaydı.
Oturumlarda yeri geldikçe her ülke kendi kör organizasyonları ve derneklerinden bahsetti. Elbette biz de Eğitimde Görme Engelliler Derneği’nden. Bir buçuk 2 saati geçmeyen anlatımlı oturumlardan hemen sonra daha keyifli olan interaktif oturumlara geçiyor ve her seferinde farklı farklı gruplara dağılıp o oturumun beklenen çalışmasını tamamlamaya çalışıyorduk. Bazen bir hikayeyi yerine zamanına ayırdık, bazen de doaçlama herkes aklına gelen birer cümleyi söyledi ve kendi hikâyemizi yazdık. Her seferinde farklı gruplara bölünmekle bireysel olarak grubun tüm insanlarıyla neredeyse eşit vakit geçirme şansı bulduk. İngilizcemizin yetmediği yerde birbirimize yardımcı olmaya çalıştık, anlamadık dediğimizde yeri geldi üçüncüye anladık, anlattık. Çay-kahve aralarında herkes bulduğuyla ayaküstü muhabbet ediyordu. Birbirimize kendi dilimizdeki bilindik kelimelerin karşılığını soruyorduk, acemice söylemeye çalışıp kendimize gülüyorduk. Türkiye’yi merak eden insanlar İstanbul’u soruyordu, biz başkalarına onların ülkelerini.
Atölye aralarında daha uzun boşluklarımız olduğunda ilk günler otelimizin önündeki şirin parkı keşfe çıkıyorduk. Üzerinden tahta bir köprünün geçtiği nehir, her yerden küçüklü büyüklü suların aktığı şelaleler, ağaçlar ve banklar. Zaten havası temiz bir kasabada, burası iyi hissetmek için iyi bir alternatif olmuştu.
Atölye çalışmaları sırasında görme engellilerin ekstra betimlemeye ihtiyacı olduğunda bununla ilgili verdiğimiz her geribildirim hemen karşılık buluyordu ve bu çabayı fark etmek mümkündü. Bazı etkinlikler yer yer görenlerin asiste etmesiyle yapılsa da, çoğunun içersinde var olduğumuzu hissedebildik.
Akşam yemeklerinden sonra kalan zamanlar da farklı biçimlerde doldurulmuştu. Mesela bu akşamların en kıymetlilerinden biri muhakkak kültürel geceydi. Her ülke böyle bir gecenin yapılacağını önceden biliyordu ve ülkelerden gelirken oraya has yiyecek-içecekler, nesneler getirilmişti. Biz Türkiye’den başta Türk kahvesi ve baklava olmak üzere birkaç farklı yiyecek götürdük. Türk bayrağını ise üç boyutlu yazıcıdan yazdırma şansı bulmuştuk Türkiye’den gitmeden. Bayrağın kırmızı kısmının anlaşılması için Braille ile de rengi üzerine yazdırdık. Elden ele dolaşması suretiyle herkesin tek tek incelediği bayrağımız, oldukça ilgi topladı. Yanısıra küçük cezvemizin elverdiği şartlarda insanlara Türk kahvesini tattırmaya çalıştık. Ülkeye ait bir canlandırma olarak da kız isteme hadisesini olabildiğince İngilizce’ye çevirip aktarmaya gayret gösterdik. Gayet keyifli anlar yaşandı. Sonrasında eski Tarkan şarkılarıyla neşemizi bulduk. Eski şarkılarımızı çok iyi biliyorlar ve yer yer eşlik de ediyorlar. Aynı gece diğer 4 ülke de kendi kültürlerine dair benzer aktarımlar yapmaya çalıştı. Farklı yiyecek ve içecekleri tatma, başka hikâyeler duyma fırsatı bulduk. Başka bir akşam sesli betimlemeli film izledik, bir başkasında ise herkes kendi iyi olduğu alanda birtakım etkinlikler başlattı. Örneğin bunlardan birisi, körlerin günlük ve sosyal hayatlarında yaşadıkları problemlerin evrenselliğini ve bulunabilmiş farklı çözümleri tartışmaktı. Ayrıştırıldığımız, yer yer ait olamadığımız hayatımızın belli kısımlarının evrenselliğini ya da en azından yaygınlığını görmek farklı bakış açıları için yardımcı oldu.
Boş kalan akşamlarda otelde veya otel dışında insanlarla daha fazla sosyalleşme zamanına sahip olduk.
Gündüzleri atölyeler dışında otel dışına çıkıp kasaba parkında körleme doğa fotoğrafları çektik, başka bir gün Bulgaristan’ın en eski yerleşim yerlerinden birine gidip kiliselerin, eski yapıların önünden geçtik. Uzun senelerdir kendi mahsenlerinde insanların bölgeye has üzümlerle ürettikleri şarapları tadabileceğimiz küçük ve otantik bir mekanda dinlendik.
Projenin son gününde kapanış, herkesin birbirine katılım sertifikasını vermesi ve sarılıp vedalaşmalarla yapıldı. Birinin elinden kendi sertifikanızı almak ve bir başkasına da onunkini sizin vermeniz saniyelik de olsa tarifsiz bir his yaratıyor. Sertifikayı verecek kişi kimin sertifikası olduğunu direkt söylemek yerine, bize onunla ilgili ipuçları verdi ve topluca sıradakinin kimin sertifikası olduğunu tahmin etmeye çalıştık.
Hafta boyunca yer yer grup içersinde birbirimize “Yine mi aynı yemek masasındayız? Dağılıp diğer gruplarla sohbet edelim!” gibi telkinlerde bulunsak da yolculuk günü gelip çattığında herkes kendi grubunu yeniden hatırlayıp birbirini ne kadar benimsemiş olduğunu da fark ediyor. Yola çıktığınız insanlarla dönüyorsunuz; fakat bir farkla: Bu kez yükünüz daha ağır ama tatlı, anılarınız da var. Otelden ayrılıp havalimanına geldik. Her ülkenin uçuş saati farklı olduğundan uçuşu daha erken olan gruplar vedalaşma sahnesini başlattı. Bir haftalık ve uluslararası arkadaşlıklar, başka arkadaşlık kriterlerinden daha farklı ölçütlere sahip oluyormuş ve kıyaslanacak çok da bir karşılığı yok hayatımızda genellikle. Birbirimizi şahsi olarak ülkelerimize davet ettik, sarılırken en güzel temenniyi bulmaya çalıştık.
Uçağımız İstanbul’a indiğinde soyut anılarımızın dışında, aldığımız sertifikalarımız ve Sandanski kasaba parkında topluca çekindiğimiz grup fotoğrafımızın magnet bir hali somut hatıralarımızdı. Bizden ve bu projeden sonra hem daha başka yüzlerin hem de kendimizin tekrardan anlatılacak yeni bir hikâyeye sahip olması temennisiyle bavullarımızı arkamızdan çekeliyorduk.
“De te fabula narratur.” (Anlatılan senin hikâyendir / about you the tale is told) Yazının başında anlatılan bizim hikâyemiz olacak derken aslında bu latince cümlenin biraz farklılaşmasından esinlenmiştik. Yazının sonunu da şu minvallerden bir cümleyle bitirmek istiyoruz belki: Karşınıza çıkan küçük fırsatlarla, bir süredir okuya okuya ancak sonuna geldiğiniz uzunlukta hikâyeleri siz de yazabilirsiniz. Anlatılanın sizin hikâyeniz olduğu nice daha güzel şeyi okumak ümidiyle, kendi hikâyemizi kapatıyoruz.
EGED üyelerini en içten dileklerimle kutluyorum.