BİR GARİP DÜNYA
BİR GARİP DÜNYA
Başımı yine şoför koltuğunun sırtına dayadım. Dalmışım…
Anlattıklarımı büyük bir sabırla dinleyen Mustafa’nın gözbebeklerinde Atatürk’ü gördüm. Özgürlüğümüzü, insanlığı, adaleti, namusu, onuru gördüm. Şairin:
“Kahramanlık;
Ne yalnız bir yükseliş demektir,
Ne de yıldızlar gibi
Parlayıp sönmemektir.
Ölmezliği düşünmek
Boşuna bir emektir.
Kahramanlık; saldırıp,
Bir daha dönmemektir…”
mısralarındaki güç ve içtenlik geldi aklıma. Kendimi bu delikanlıya borçlu hissettim:
–Sen kışlana ne zaman katılacaksın Mustafa?
–Yarın Metin Ağabey. Ben ne olur ne olmaz diye, bugünden gidiyorum.
–Peki bu gece bize misafir olur musun?
–Sağol Metin Ağabey. Niye rahatsızlık vereyim size?
–O nasıl söz! Ne rahatsızlığı! Eğer kabul edersen, sevinirim. Seni ailemle de tanıştırmak istiyorum.
Biraz nazlanmıştı; ama iknâ etmiştim delikanlıyı. Onu, ikinci bir oğlum gibi görüyordum. Mahcup tavırları benim konuşkan oğlumdan farklı da olsa birbirlerine benziyorlardı. O da kimseye yük olmayı sevmez ve elinden geldiğince yardım ederdi insanlara. Bu genç askere ailemden bahsetmek istedim:
–Bir oğlum, bir kızım var Mustafa. Burhan ve Nurhan. Burhan’ın bazı huyları sana benziyor. O da çok meraklıdır, dinlemeyi, öğrenmeyi sever. Senin gibi hareketli, çalışkandır. İnsanlara yardım etmek ister. Bunun için arkadaşlarıyla bir arama kurtarma ekibi kurdular. Nerede kendilerine ihtiyaç duyulsa gece gündüz demeden koşturuyorlar. Bir defasında dillerini bile bilmedikleri insanlara yardım için yurt dışına da çıktılar. Deprem olmuş, insanlar göçük altında kalmış. Günlerce uyumadan aramışlar onları. Çok çalışmış, çok yorulmuşlar. Kızılay’a da gönüllü üye olmuşlar.
–Kızılay mı?
–Evet Kızılay. O bir yardım kuruluşudur. Savaşta ve barışta halkın kara gün dostudur. Kuruluş amacı yaraları sarmaktır. Yurt içinde veya yurt dışında yangın, sel, deprem felaketlerine uğrayanların sıcak çorbası, soğuktan koruyan çadırı, battaniyesidir. Kimsesizlerin umudu, fakirlerin ekmeği, hastaların ilacı, evsizlerin evi, başına bir kaza gelenin ya da savaşta yaralanan askerin, damarındaki kandır.
Yapılan bağışlarla ayakta kalır. Belki bir kurban derisi, belki de alınan bir Kızılay pulu fakire fukaraya yeniden hayat verir. Acılar yok edilemez belki ama hafifletilebilir.
Gürbüz Bey başını onaylarcasına salladı.
–Çok kan verdim Kızılay’a. Onlar da bir kart çıkarttılar. Ola ki bir gün benim ya da ailemden birinin ihtiyacı olursa kana, kolaylık sağlayacaklarmış. Kim bilebilir ki yarın ne olacak? Ne oldum dememeli ne olacağım demeli! Hayat kurtarmak her şekliyle sevaptır. Bu dünyadan göçüp gittikten sonra toprak olacak bedenimizin ihtiyaç sahibi hastalara şifa olması da başka bir sevaptır. Hasta yataklarında kendilerine uygun bir organı dört gözle bekleyen insanlara umut olabilmekte ne kötülük var, ne günah var?
Kefenin cebi yok derler ya! Öteki dünyaya mal para götüremediğimiz gibi, bedenimizin hiçbir parçasını da götüremiyoruz. Bari başkalarına yarasın. Bari başkalarında hayat bulsun. Bağışladığımız bir böbrekle sağlığına kavuşacak hastanın hayır duaları, yarın bir gün ahirette rahmet olur yağar üzerimize. O da bize yeter. Çünkü sadece ruhlar yolculuk yapıyor, bedenler değil. Hadi onu da bir tarafa bırakalım, sonuçta bu zaten bir insanlık görevi değil mi?
Nermin Öğretmen güleç yüzüyle döndü bize. Beyaz dişlerini gördük.
–İnsan sadece kendisi için yaşayamaz. Bu gökyüzünü birlikte soluyoruz. Hepimizin hayatı aynı derecede önemli. “1913 yılında bir Alman doktorun Afrika ormanlarında siyahları tedavi ettiği görülmüş. Hastanesi kümesten bozma, küçük bir odaymış. Doktorun karısı hastalara ilaçlar verip uyutuyor, sonra ameliyat başlıyormuş. Dışarıdaki insanlar beyaz adamın verdiği umutla bekleşiyorlarmış. Bu adam, acıyla inleyen zavallı insanların alınlarına dokunup şöyle diyormuş;
–Sakin ol, korkma! Seni iyileştireceğim. Kalktığında acın geçmiş olacak.
Ameliyat sonralarında hastalar dikkat etmiyor, mikrop kapıyor, doktorun işi zorlaşıyormuş. Buna rağmen ünü bütün ormana yayılmış. Çok uzaklardan gelen insanlar, açlıktan ve yorgunluktan bitkin bir durumda oluyor, ameliyattan önce günlerce beslenmeleri gerekiyormuş. Gündüzleri hastaların tedavisiyle uğraşan doktor, geceleri de kitaplar yazıyormuş.
Elli yılını bu ormanda geçiren doktora, yetmiş sekiz yaşında Nobel Barış Ödülü verilmiş. Ödül parasıyla Afrika’da bir hastane yaptıran bu adam, yaşam felsefesini de şu bir kaç kelimeye sığdırmış;
“Daha basit, daha doğru, daha saf, daha barışçı, daha uysal, daha sevecen ve daha anlayışlı olmalıyız.”
Doksan yaşına geldiğinde, Afrika’daki hastanesinde gözlerini kapayan doktorun ölümünden haftalar sonra bile, siyah kadın, erkek ve çocuklar saygı duaları için mezarını ziyaret etmişler. El ele verip, sevgi şarkıları söylemişler.”
Mustafa can kulağıyla dinliyordu. Anlatılan ormanları, hastaları, doktoru gözlerinde canlandırmaya çalışan bir hâli vardı. Yine dudağını kemirdi:
–Çok sabırlı adammış. Ormanda gazete yok, televizyon yok, futbol yok, dünyada olup bitenden habersiz! Doğrusu şaşırdım adama.
Anlatılan hikâyeyi kendine özgü tavrıyla yorumlamıştı. Bu temiz ve güzel delikanlıda yapmacıklıktan eser yoktu. İçi de dışı da birdi. Ne düşünüyorsa, onu konuşuyordu. Nermin Hanım devam etti:
–Bunlar, insanlığın ortak dersi. Bizden önce yaşayan insanların bize mirasları. Bu ortak miraslar ülkelerin değil, insanlığın malıdır. Bir Kızılderili şefi 1845’te kendilerinden toprak isteyen ABD başkanına gönderdiği mesajda şöyle demiş;
“Beyaz adam, anası olan toprağa ve kardeşi olan gökyüzüne, alınıp satılacak, işlenecek, yağmalanacak gözüyle bakar. Onun bu ihtirasıdır ki; toprakları çölleştirecek ve her şeyi yiyip bitirecektir. Şu gerçeği iyi biliyorum; bu dünyadaki her şey bir ailenin bireylerini birbirine bağlayan kan gibi ortaktır. Bu nedenle de dünyanın başına gelen her felaket, eninde sonunda insanoğlunun da başına gelecektir. Beyaz adamları anlayamıyorum. Tıpkı buffaloların öldürülüşünü, ormanların yakılışını, toprağın kirletilişini anlayamadığım gibi!”
Ben, Nermin Hanımın anlattıklarından payıma düşeni almıştım. Mustafa da dersini çıkarmış gibi görünüyordu.“Ah garip ah!” diye iç geçirdi. Meraklandım:
–Hangisi garip Mustafa? Doktor mu, mektubu yazan Şef mi?
–Yok Metin Ağabey, köpeğimin adıydı garip. Öyle sessiz, öyle sakindi ki, kıskandılar, zehirleyip öldürdüler hayvanı.
Kızılderililerin öldürülen buffalolarıyla kendi köpeği arasında bir bağ kurmuştu. Haksız da sayılmazdı. Garip bir dünyadaydık. Başka insanlara bile katlanamayan bu anlayışların; ağaçların, hayvanların yaşamına saygı göstermesi beklenemezdi.
Başımı yine şoför koltuğunun sırtına dayadım. Dalmışım. Görevli delikanlının, yolculuğun bitmek üzere olduğunu hatırlatan sesiyle kendime geldim. Hava kararmaya başlamıştı. Ankara’nın ışıkları titriyor, göz kırpıyordu. Ülkemde bayrağımızın dalgalandığı her karışı sevdiğim gibi bu şehri de seviyordum. Kurtuluş mücadelemizin karargâhıydı. Burada evlenmiştim. Çocuklarım da burada doğmuştu. Anıtkabir, bütün ihtişamıyla manzaranın ortasında belirdi.
“Beni görmek demek, mutlaka yüzümü görmek demek değildir. Benim fikirlerimi, duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu yeterlidir.” diyen büyük adam burada yatıyordu.
Anıtkabir’in gökyüzünü mızrak mızrak delen kuleleri, üzerlerindeki kitabeleri yıldızlara ezberletiyorlardı. Bu kulelerin adları bile sanki var olma amacımızın kısa birer özeti idi;
İstiklal, Hürriyet, Mehmetçik, Zafer, Müdafaa-i Hukuk, Cumhuriyet, Misak-ı Milli, İnkılap, Nisan ve Barış kuleleri. Onların üzerlerindeki yazıları ilk okuduğumda boğazıma bir şeyler düğümlendiğini hissetmiştim. Hele bir kitabenin karşısında bir süre hiç kıpırdayamadan yutkunup kaldığımı hatırlarım;
“Esas olan, Türk Ulusu’nun saygın ve onurlu bir ulus olarak yaşamasıdır. Bu esas, ancak tam bağımsızlığa sahip olmakla sağlanabilir. Ne zengin ve ne bolluk içinde olursa olsun, bağımsızlıktan yoksun bir ulus, uygar insanlık karşısında uşak olma durumundan yüksek bir işleme hak kazanamaz!”
Yolun iki yanından yükselen modern binaları, üniversiteleri, el ele dolaşan, koşuşturan insanları görünce içimden haykırmak geçti; “Seni anlıyorum Atam. Seni anlayamayanlara inat, şimdi çok, çok daha iyi anlıyorum…”
evet ilginç bir yazıymış…