TÖVBEMİ BOZDUM ANNE

TÖVBEMİ BOZDUM ANNE

-Ben Ömer’le evleneceğim. Bu son sözümdür, dedi Yaren. Gözleri yaşlı annesini mutfaktaki sedirin üzerinde öylece kalakalmış bırakarak çıktı gitti. İki katlı evlerinin üst katındaki boş dairede kendisi için düzenleyip bir yıldır yalnız yattığı odasına girdi. Yatağın üzerine sırtüstü uzandı, sonra yan dönerek usulca ağlamaya başladı. Yakında bu odayı terkedecekti. Tıpkı bir yıl önce erkek kardeşi askerden geldiğinde terkettiği alt kattaki odası gibi. On yıl kadar önce ablası evlenip gitmişti evden. Babaannesi ölünce evde annesiyle iki kadın kalmışlar, annesi tarlada, bahçede çalışırken kendisi de evin ve ahırın bütün işlerini yüklenmişti.
Babasının ve erkek kardeşinin bütün hizmetlerini görüyordu. Babaannesi ölmeden önce de böyledi zaten. Rahmetli, annesini bu eve gelin aldığından beri hiç bir işe eline sürmemişti.Onun için varsa yoksa kızlarıydı. Dört tane halası vardı Yaren’in ve hepsi de bu köyün dışındaydı. İki tanesi İstanbul’da, biri Bartın’da, diğeri de Antalya’daydı. Antalya’daki halasının dışında diğerlerinin hali vakti oldukça yerinde iken yine de bütün varını yoğunu onlara götürürdü. Onlar burada uğraşıp didinirler, fındıktan kestaneden alabilecekleri en iyi verimi almaya çalışırlar, gelen para ile yapacaklarını hayal ederlerken rahmetli Latife hanım paranın çoğunu ve hatta tarlada yetişen ürünlerin bir kısmını kızlarına vermekten çekinmezdi. Hele Asiye halası; hiç ihtiyacı varmıydı ki buradan gelecek mala, paraya? İstanbul’un en güzel yerindeymiş, Bağdat Caddesi’nde lüks bir evde otururmuş, nasıl da sıkılmadan alırdı bunları.
Galiba babaannesi en çok Asiye halasını sevmişti. Yılın neredeyse yarısını onun evinde geçirirdi. Varlığa ve güzelliğe düşkündü. Eh, halası da orta yaşı bulmuş olmasına karşın güzellik yarışmalarına katılabilecek kadar güzeldi. Ölen iki kocasından da yüklü bir miras devralmıştı. Daha ne olsundu. Tam babaannesinin hayallerini süsleyen evlat. Sanki babaları üvey evlattı ve buraya tıkılıp kalmış ikinci sınıf insandılar. Oysa köylerde herkes erkek evladına önem verirdi. Latife hanım ise tam tersiydi. Babasını da, aşağıda gözü yaşlı bıraktığı annesini de hiç sevmemişti galiba. Onları kocasına emanet etmiş, yıllarca İstanbul’dan gelmemişti neredeyse.
Artık yirmibeş yaşındaydı. Köy yerinde bu yaşta kız evlenmemişse iyi gözle bakılmazdı. Bir de Muradiye hanımın kızı Şükran vardı onun gibi. Annesini itirazlarını bir türlü anlayamıyordu. Önce Ömer’i beğenmedi, “ufak tefek, sana yakışmıyor” dedi. Direndikçe bu kez “durumumuz iyi değil biliyorsun, çeyizini tamamlayamam” dedi. Daha olmadı “onlar çok kapalı aile, sana gün yüzü göstermezler” dedi. ‘Ne olmuş kapalıysa ailesi?’ diye düşündü Yaren. Zaten iki üç yıldır örtüyordu saçlarını, namaz kılıyordu. Üstelik sülalesinde yoktu onun gibi gençken ibadet eden. Babası dersen köyün meyhanelerinden çıkmaz, neredeyse ramazan günü bile içecek. “Demek kısmetim oymuş ki, önceden hazırlanmışım ona” diyerek annesini ikna etmeye çalışmıştı, ama olmuyordu. Nuh diyordu da peygamber demiyordu annesi Hüsniye Hanım.
Daha olmadı kaçacaktı, bunun başka yolu yoktu. Şİmdi oralardaki köylerde moda olmuştu sanki, evlenmesine izin verilenler bile kaçıyordu sevdiğine; hatta nişanlılar bile yapıyordu bunu. Herhalde gizli bir zevk alıyorlardı bundan. Köy yerinde bundan güzel macera mı yaşanırdı?
Ama istemiyordu kaçmak, ne gereği vardı şimdi yol yordam dururken. Hem o, annesini hiç üzmek istemezdi. İstemeden yapıyordu bunu bir kaç haftadır, ama gönlüne söz geçiremediğindendi bu. Bile isteye onu üzmeyi hiç istememişti.
Ömer’le üç dört ay kadar önce Bartın’daki halasına gittiğinde tanışmışlardı. Halasının komşularıydılar. Aşkı hiç bilmiyordu Yaren. Ömer’le bakışları ilk karşılaştığı anda yaşadığının aşk olduğunu hemen anladı. İçinde ılık bir şeylerin akması, yüzüne al basması, bu mutlaka aşk olmalıydı. Çünkü arkadaşlarıyla biraraya gelebildiği seyrek zamanlarda herkes birbirine sevdiğini anlatırdı, işte bu konuşmalarda duymuştu, aşkın böyle başladığını. Ömer de onu beğendiğini belli etmişti, gözlerini hiç üzerinden ayırmadan bakarak. Yaren, ablası kadar güzel değildi, ama onun da aileden gelen bir albenisi vardı. İri mavi gözlü, sarı saçlı ve uzun boyluydu. Yalnızca çok zayıftı, yüzü de soluktu. Hele bu evlenme sorunu, iyice sarsmış kırk beş kiloya kadar düşürmüştü Yaren’i.
Akşam yavaş yavaş iniyordu, gündüzün sıcağı yerini sonbahar serinliğine bırakmıştı. Yakında havalar iyice soğuyacak, o zaman da limanda düğün yapmak zorlaşacaktı. Köyde bütün düğünler, genellikle yazın, limanda, açık havada yapılırdı. Yağmura rastlayan günlerde ise köyün ilkokulunun bahçesine taşınırdı düğün ahalisi. Annesini ikna etmekte biraz daha gecikirse onun düğünü de okula kısmet olacaktı. Oysa limanda yapmalıydı düğününü Yaren. Yıllarca limanda yapılan her düğüne gitmiş ve bir gün kendi düğününün de burada yapılacağı hayalini kurmuştu.
Yataktan kalktı, aşağıya, annesinin yanına inip inmemekte tereddüt ediyordu. Pencereden baktı, annesi bahçede kurumaları için serili fındıkların başına oturmuş çuvallara dolduruyordu. Bahçe kapısı açıldı, Figen’le annesi girdiler içeri. Figen Hüseyin’in yavuklusuydu, Yarın öbür gün bu eve gelin gelecekti. yıllardır kendisinin hükmünü sürdüğü evde artık onun düzeni hakim olacaktı. Hafif bir kıskançlıkla burkuldu içi. Annesinin, kendisinden esirgediği güler yüzünü Figen’e rahatlıkla sunduğunu gördü. Saksı içinde renkli çiçek işlemelerini kendisinin yaptığı perdeye sıkıca sarıldı. Bu evi çok seviyordu. Dünyaya gözünü bu evde açmıştı. Kardeşinin doğumunu, ablasının düğününü, babaannesinin ve dedesinin ölümlerini hep bu evde yaşamıştı. Başka bir dünya bilmiyordu. Bartın dışına çıkmamıştı. Ömer’le evlenirse de Bartın’ın köyünden il merkezine gelin gidecekti o kadar. Keşke onun da evinin yerini seçme hakkı olabilseydi, ama buralarda kocası bir memuriyette değilse erkek evine giderdi evlenince kızlar. Ablası neredeyse Türkiye’yi dolaşmıştı tapu dairesinde memur kocasıyla. Daha özgürdü, çalışmıyordu ama, sanki eve para getiriyormuş gibi itibar görüyor, sözü geçiyordu. Yüzünün ıslaklığını giysisinin kollarına sildi. Odadan çıkıp bahçeye inen merdivenlere yöneldi, Figen ve annesine “hoşgeldin” demek için.
Hüsniye Hanım, kurumuş fındıkları çuvallara doldururken bir yandan da yalnız üçünün duyabileceği bir fısıltıyla Yaren’in inadını anlatıyordu konuklarına:
-O kadar bekledi, biraz daha beklesin. Elin çulsuzunu, boydan fukarasını damat diye eve mi sokarım ben? Yan yana gelince vallaha Yaren’den kısa, yüzüne de bakılsa bari. Ne buldu bilmem ki, evde kalacam sandı zahir. İnadım inat diyor haspa. Bende de inat var bilmez sanki. Hem fındık zamanı geçmeden nereye gidecek, bir başıma nasıl altından kalkacağım işlerin?
Figen ve annesi Zekiye Hanım kadının üzüntüsünü başlarıyla sessizce onayladılar. Yaren yanlarına geldiğinde ise birer çuval da kendilerine alıp doldurmaya başladılar. Ne konuşulduğunu duymamıştı, ama tahmin ediyordu Yaren. Her önüne gelene anlatıyordu annesi. Tarlada, çarşıda, mevlütlerde, kına gecelerinde kime rastlarsa, babasının bakkal dükkanındaki müşterilere kadar, içini boşaltıyordu. Anlata anlata annesinin içi boşalamamış, ama Yaren’in sevda hikâyesi içi kurumuş yemişlere benzemişti. Konuklara kuru bir hoşgeldin dedi. Annesiyle gözgöze geldiler, mutfağa gitmesi gerektiğini anladı. Akşama yakın gelen düşüncesiz konuklarını kısaca süzdü, dönüp mutfağa yürüdü. Ocağı yaktı, tahta yer sofrasına unu döküp suyla karıp gözleme hamuru yapmak için hazırlanırken Figen girdi içeri. Sofranın başına oturdu teklifsiz. Hiç içi ısınamamıştı bu kıza. Hüseyin neresini beğeniyorsa? Güzel kızdı, ama pek içten pazarlıklıya benziyordu. Yazık, babaannesinden sonra tükenen nesil yeniden türeyecekti anlaşılan.
-Hüsniye anne esiyor, köpürüyor Yaren, bugün ne yaptın kadına? dedi Figen. Eve gelin geleceği anlaşıldığından beri Hüsniye anne diyordu annesine.
Yaren umursamaz göründü:
-Hiiç, aynı terane. Ben evleneceğim diyorum o, olmaz diyor. Yaz bitti bitecek, bizim kavga hâlâ bitmedi.
Figen mutfağın penceresine yönelip bahçeye baktı, Hüsniye anne ile kendi annesi fındıkları doldurup fısıldaşmaya devam ediyorlardı. Aceleyle yer sofrasına bağdaş kurup Yaren’in kulağına eğildi:
-Bak Yaren, beni dinle. Bilirim sen benim sözlerime pek kulak asmazsın, ama annen kararlı, seni Ömer’e katiyyen vermeyecekmiş.
-Nasıl yapacak ki bunu, gücünü yeter mi sanır? dedikten sonra başını yukarıya kaldırdı Yaren. Hey Allahım, neden bu kuluna mutluluğu çok görürsün, sana beş vakit secde eden kulunu neden görmezsin?
-Bırak şimdi söylenmeyi, yaradan göreceğini görür. Sen aç gözünü de gör göreceğini.
-Neymiş göreceğim?
Figen sanki ayak sesi duymuş gibi bir de kapıya baktı, sonra daha da yanaşarak Yaren’in kulağına yapıştırdığı dudaklarıyla az önce bahçede konuşulanları kalp çarpıntısı ile birlikte bir çırpıda anlattı:
-Ömer otuz yaşında ya, bugüne kadar evlenmemiş, niye? İki de nişan atmış. Hüsniye annem diyor ki, var bu işte bir iş, kızların ikisi de yaramaz değildi ya.
Yaren sözün nereye geleceğini anlamıştı, derin bir iç geçirdi. Elinde artık kıvama gelmiş olan hamuru açmak için oklavaya uzanırken Figen’e gözlerini kısarak baktı:
-İstemiyorum Figen, istemiyorum. Hiç bir şey anlatma. Hepsi safsata, köylünün uydurması. Bahane arıyor ya vazgeçirmek için beni, her duyduğuna inanıyor. Utanıp sıkılmadan konuşuyorlar, ayıp artık, adamın erkekliği yok dediler, homo dediler, bundan çocuk olmaz dediler. Ne alıp veremedikleri var ki benimle bu insanların anlamıyorum. Onlara neymiş, sanki kendi kızları varacak Ömer’e. Belki doğrudur, dedikleri çıkar belki, olsun. Ben dönmeyeceğim sözümden. Hem sen niye dertleniyorsun ki, sevinmen gerek. Yakında bu eve gelmeyecek misin? Görümce ile oturmaktansa yalnız başına evi çekip çevirmeyi istemez misin?
-O nasıl söz Yaren? Ben seni görümce gibi görmüyorum ki, Hüseyin’in ablası benim de ablam olur. Kendi öz ablamdan ayırmam seni.
Yaren, açtığı yufkaların içine haşlanıp ateşte hafifçe kavrulmuş patatesleri koyuyordu. Figen’in son sözlerine içten içe gülmekten alamadı kendini. Sustu, işine devam etti usul usul.
Akşam iyice çöküyordu. ‘Herhalde Hüseyin’in gelmesini bekliyorlar’ diye düşündü Yaren. Bahçedeki masaya çay ve gözleme servisini yaptı. Zekiye Hanımın tüm ısrarına karşın bir şey yemedi, Koyu demli bir çay doldurdu bardağına. Annesi ve konukları köy dedikoduları yaparken gözleri, bahçenin bu tarafından uçsuz bucaksız görünen hırçın Karadeniz’e daldı. Denize doğru inen hafif eğimli arazideki mezarlıkta yatan babaannesinin olduğu bölgeye kaydı bakışları. Öğrendiği dualardan bir kaçını okudu ve babaannesinin ölüsünün hürmetine Allah’ından yardım istedi.
İçilen ikinci çaylardan sonra Figen ve Zekiye Hanım kalktılar. ‘Hüseyin’i beklemiyorlarmış demek ki’ dedi Yaren içinden. Çay bulaşıklarını yıkarken mutfakta yine yalnızdılar annesiyle. Dayanamadı, sordu:
-Niye akşam vakti gelip hemen gitti bunlar?
Hüsniye Hanım, küllerini temizlediği ocaktan başını öfkeyle kaldırdı:
-Bana anne demeye dilin varmıyor demek artık? Tabii, ben kimim ki zaten? Sözü geçmez bir kocamış karı. Ömer’le evlenecekmiş, son sözüymüş, büyüdün de adam oldun ha? Bunca zaman bekledin o hımbılı buldun, hoş sen de pek matah sayılmazsın ya. Köylü unutmuştur belki yediğin haltları, ama sen unuttun mu, ben unuttum mu? Rezil, bir onları anlatsam bu iş hemen biter de o kadarına analık yüreğim elvermiyor.
Yaren hayretten kocaman açılmış gözleriyle annesine bakakaldı. Nasıl oluyordu da bu kadar acımasız olabiliyordu bu kadın. Geçmişte, çocuk yaşta, onun için çok uzakta kalan yanlışları nasıl da yüzüne vuruyordu. Ama ya anlatırsa? Yapar mıydı? Bu, onun bir daha buralardan biriyle evlenememesi demekti. O yılların acısını çekmiş, bedelini ödememiş miydi sanki. Namaza başladıktan sonra tövbe etmişti, dualar okumuştu gecelerce, af dilemişti. Yok yok dayanılır gibi değildi, annesinin ne yapacağı belli olmazdı. Bu işi bitirmenin zamanı geldiği gün gibi ortadaydı. Gürültülü bulaşık yıkama faslını hiç bir şeyi kırmadan bitirdikten sonra ağlayarak odasına çıktı. Kırmak istemediği annesinin kırıcı sözlerini kulakları tekrar tekrar duyuyor, gözleri, yaşlarını bereketli bahar yağmurları gibi akıttıkça akıtıyordu. Babasıyla Hüseyin gelmeden aşağıdaki daireye inip Süheyla teyzesine telefon etmeliydi. Bir tek o anlıyordu Yaren’i ve şimdi verdiği kararı da anlayışla karşılayıp yardımcı olacaktı, buna emindi. Bu gece kaçacaktı Ömer’e. Ancak Süheyla teyzesinden arayıp haber verebilirdi ona. Pencereden baktı, fındık çuvalları bahçeden eve taşınmayı bakliyordu. İnekler de dağdan gelirdi birazdan. Tekrar aşağıya indi, mutfağa ve oturma odasına baktı, annesi yoktu. Herhalde kendi odasındaydı. Sofadaki telefona eli uzandı, Süheyla teyzesinin numaralarını tuşladı. Kimse gelmesin diye dualar ederken annesinin odasının kapısı açılınca hemen kapattı telefonu. Bahçeye gidiyormuş gibi kapıya yöneldi. Bu sırada telefon çaldı, annesi açtı. Süheyla Hanım süt istiyordu torunu için. “Eğer getirebilirse Yaren” diye de eklemişti. Talihi ondan yanaydı, annesinin buz gibi bir sesle verdiği talimata uyarak bahçeye fındık çuvallarını taşımaya çıktı. Son çuvalı da yerinden kaldırırken Figen’in saatini gördü yerde. Annesine yardım ederken çıkarmış, sonra da unutmuş olmalıydı bileğine takmayı. Hüseyin almıştı bu saati Figen’e Bartın’dan; kendi aralarında yaptıkları sözün armağanı olarak. Bir süre saatin başından ayrılamadı. ‘Mutfak masasının üzerine koyarım, annem verir’ diye geçirdi aklından. Yerden alıp pazen elbisesinin cebine attı. Son fındık çuvalını da sırtladı, balkona bıraktı. Annesi mutfakta babasıyla Hüseyin için yemek hazırlıyordu. Dönüp Yaren’e baktı; hınçla dolu, suçlayıcıydı bakışları. Elini cebine götürdü Yaren, saati yokladı, aklına tövbesi geldi önce, sonra annesinin tehditkâr sözleri. Koşarak yukarıya odasına çıkarken saati cebinden alıp sütyeninin içine yerleştirdi. Garip bir zevkle ürperdi. Biriktirdiği çok ufak miktardaki parasını da dolaptan çıkarıp sütyeninin diğer bölümüne yerleştirdi. Nüfus kâğıdını ve annesiyle babasının kucağında gülümseyen üç dört yaşlarındaki Yaren’in fotoğrafını cebine koydu.
İneklerin dağdan gelmesini beklemeye koyuldu.

NURTEN KARAHASANOĞLU
17/10/2004

Yorumunuzu Yazınız

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir