Korkuyor(sun)uz!

Korkuyor(sun)uz!

Yarın gözümüzü ekonomik krize açıp
bir anda borçlarımızın katlanmasından…
Durakta beklerken bir bombayla paramparça olmaktan…
Hiç beklemediğimiz bir anda işsiz kalmaktan…
Tüm yaşamımızın bir anda değişmesinden…
Çocuklarımıza karanlık bir dünya bırakmaktan…

Korkuyoruz!


Korktukça içimize kapanıyoruz, yalnızlaşıyoruz, mutsuzlaşıyoruz!

Tam da mutsuzluğun dibine vurduğum birgünde
Bir kitapçı vitrininde karşılaştım Doğan Cüceloğlu’nu son kitabıyla.

Kitap adıyla tavladı beni : Korku Kültürü!

Kitabın alt başlığı adından bile güzel:

Niçin Mış Gibi Yaşıyoruz?

Psikoloji Profesörü Cüceloğlu ile TV8’de
Cumartesi sabahları yayınlanan programının çıkışında konuştuk.

Uzun ve epey öğretici konuşmanın sonunda anladım ki Türkiye’nin suyu hasta!

Niye mi?

Işte Doğan Cüceloğlu’nun ağzından nedenleri…

“Bir arkadaşım anlatmıştı.
Japon balığı almış.
işten sonra evine gidip balığını seyrediyormuş.
şahaneymiş seyretmesi, böyle dalga dalga gidiyormuş balık.
Ama bir süre sonra balık yan yatmış,
debelenmeye başlamış.
Kavanoza koyup deniz biyoloğu olan
bir arkadaşına götürmüş.
Biyolog incelemiş, demiş ki;
– Iyi haberim var, kötü haberim var; hangisinden başlayayım?
– Hangisinden istersen
– Iyi haberim, balık hasta değil; kötü haberim, suyun hasta.
– Su hasta olur mu ya?
– Evet olur, iyi oksijen almıyor bu su.
Bundan dolayı bir bakteri girmiş .
Ve bu bakteri balığın sinir sistemini böyle etkilemiş.
– Ne yapmam lazım?
– Balığın suyunu değiştireceksin, bir de pompanı değiştireceksin.

Su ve pompa sistemi değişince gerçekten de bir süre sonra balık iyileşmiş .
Balık yine şahane biçimde dalga dalga gitmeye devam etmiş!

Bizim suyun hastalığı ne peki?

Korku kültürü….

Korku kültürü yaşamda gücü temel olarak kabul eder.
Hayatta en önemli şey güçtür.
Bu nedenle yaşam sürecinin kendisini sıfırlar.
Mutluymuşsun, coşkuluymuşsun, zevk alıyormuşsun, hiçbir önemi yok.
Seni güçlü kılıyor mu kılmıyor mu, ona bakacaksın.
Bu da sonuçlarla belli olur.
Mevki edindin mi, para kazanıyor musun, şöhretli misin, göster bana!
Böylelikle yaşamın bir süreç olarak değeri yok, güç temel değerdir.
Güçlü olan haklıdır, çünkü o güçlüdür.
Güçlü olanın denetleme hakkı vardır, çünkü o güçlüdür.
Yönlendirir.
Böylelikle tüm ilişkiler ve yaşam onun üzerine oluşmaya başlar.
O nedenle böyle bir toplumda insan insana ilişki yoktur, güçlü güçsüz ilişkisi vardır.
Kadın erkek ilişkisi yoktur, güçlü güçsüz ilşkisi vardır.
Patron işveren ilişkisi yoktur, güçlü güçsüz ilişkisi vardır.
Bir toplumda, “Sen benim kim olduğumu biliyor musun?” diye soruluyorsa o toplumda güçlü güçsüz ilişkisi vardır!
Korku kültüründe insanların ilk karşılaştıklarında akıllarından geçen şudur: şimdi burada kimin borusu ötecek.
O yüzden kolay kolay gülümsemezler, başka tarafa bakarak el sıkarlar.
Yani diyor ki:
Yersen, burada baba benim.
Böyle durumlarda ben kendimi nasıl tanıtacağım:
Ben, Profesör Doktor Doğan Cüceloğlu.
Mutlaka mevkimi söyleyeceğim.

Yani işte 15 kitap yazdım,
TV programı yapıyorum, filan, filan…

Bir kıdem listesi yapacağım sana güçlü olduğumu göstermek için.

Çingeneler kavga ettiğinde “bende bu var, sende ne var ” diye atışırlarmış ya…
Bizdekinin aynı.
Adam kitap yazıyor,
üzerine Prof bilmemkim diye titrini yazdırıyor,
Ne gerek var?

Korku kültüründe eşit ilişki yoktur,
Kim daha güçlü, kim daha üstün ilişkisi var.
Daha evlenirken bu karı-koca ilişkisinde kendini belli eder,
ilk gece gözünü korkutuyor…ilk gece.
Anne baba çocuk ilişkisinde de öyle.

Anne baba ilişkisinde nasıl?

Çocuk bir kere 0 – 7 yaş arasında müthiş bir mücadele veriyor.

Ne mücadelesi veriyor?

Varolma mücadelesi veriyor.
“Yemiyeceğim” diyor,
“Doydum” diyor.
“Yiyeceksin” diye ağzına tıkıyoruz kaşığı.
“Aç değilim” diyor.
“Hayır açsın” diyoruz.
Düşünebiliyor musun ya?
şu işkenceyi düşünebiliyor musun?

Geçen gün üniversite öğrencilerinden oluşan
70 kişilik bir gruba konuştum.
Bir kız öğrencinin önüne gittim.
“Merhaba” dedim ama görüyorum nasıl korkuyor.
inşallah doğru cevap veririm kaygısı var yüzünde.

“Sabahleyin karşılaşsak ben sana sorsam
‘Uykunu alabildin mi?’ diye.
Uykunu alıp almadığını bilebilir misin?” dedim.
“Bilmem, belki” dedi.
Bu çok acı birşey.
“Peki” dedim “Senin uykunu alıp almadığını senden daha iyi bilecek kim var?”
Ona da cevap veremedi.
Üniversite öğrencisi bu!

Yandaki arkadaşa döndüm.
“Aç mısın tok musun bilir misin?” dedim.
Cevap veremedi, “ııığğğ” filan yapıyor.
“Senin aç ya da tok olduğunu senden daha iyi bilebilecek biri var mı?” dedim.
“Lokantacı “dedi.

Bunlar üniversite öğrencisi!
Bunlar, bu kadar sınavdan sonra üniversiteye girebilmiş seçilmiş insanlar!
Ama düşünün öyle bir yaşamı boşaltma durumu var ki, çocuk aç mı uykusuz mu bilemiyor.

Ve ben psikolog olarak şunu söylüyorum.
Bir insanın yaşamının temeli 0 – 7 yaş arasında atılıyor.
Bir vatandaşın vatandaşlığının temeli de 0 ile 7 yaş arasında atılıyor.

Neye benziyor bu biliyor musun,
eğer siz bir çocuğa 0 – 7 yaş arasında
Türkçe öğretemezseniz,
ondan sonra da düzgün Türkçe konuşamaz,
ona benziyor.

Eğer çocuklarınıza 0 ile 7 yaş arasında
vatandaş olma bilinci veremezseniz
ondan sonra ikinci dil öğrenirmiş gibi
zorlukla ağır ve aksak öğreneceklerdir.

O zaman o üniversitelinin aç olup olmadığını
bilmemesinin nedeni de annesinin
çocukken aç olmadığı halde zorla yedirmesi mi?
Onun adına kararlar vermesi mi?

Bu ufak bir örnek.
Genel olarak çocuğa verilen mesaj önemli.
“Sen küçüksün bilmezsin büyükler bilir. Sen kimsin ki…”

Bu genel mesaj yerleşince
” Ben kimim ki, otorite daha iyi bilir” inancına dönüşüyor.

Korku kültürünün özü bu!

Öyle olunca yaşam tamamıyla gerçeğin araştırılması değil,
özgürce bir yolculuk değil,
bireylerin, grupların, cemaatlerin
birinden daha güçlü olma mücadelesine dönüyor.

Türkiye’de siyasal anlamda yaşanan da bu değil mi?

Evet!

Işte bu korku kültürünün aksi olan saygı kültüründe çok temel bir değer vardır.
O da gerçeğe saygıdır.

Üniversite neden vardır?

Gerçeği keşfedip, öğrenip, yaymak için vardır.

Oysa bu korku kültürünün umurunda değil.
Korku kültüründe üniversite makam için vardır, mevki için vardır, daha güçlü olmak için vardır.
Araştırma yapmaktan daha çok, nasıl kulis faaliyetleriyle,
ayak oyunlarıyla makam elde edileceği öğrenilir.

Ayakta kalanlar, mevki, makam sahibi olanlar bunlardır.
Ve bunlar bir öğrenci çok akıllı ve yetenikliyse korkarlar, onu asistan almazlar.

Sadece üniversitelerde değil,
Hiçbir yerde çok akıllı adam istemezler, Türkiye’de.
Evet, çünkü tehlikesin.

Ama, ben 25 yıl yurtdışında bulundum.
Orada adamın seni sevmesi veya sevmemesi üçüncü dördüncü derecede ilgilendiği birşey.
“Sevmem ama harika bir kafası var, ondan dolayı buraya getirmek zorundayım” diyor.

“Arkadaşım olarak görmem ama hakkını veririm” diyor.

şöyle düşünmek lazım.
Hepimiz bir ekibin parçasıyız.
Ben şu çocuğun (parkta oynayan çocuğu işaret ederek) daha mutlu olmasının bir parçasıyım.
Herkes böyle düşünmeli.

O çocuk mutsuzsa emin ol şu veya bu şekilde o mutsuzluk benim hayatımı etkiler.

Trafiği düşün,
herbir kişinin araba kullanışının kalitesi diğerinin hayatını etkiler.
Sarhoş ise, yorgun ise, hızlı ise trafikteki herkes etkilenir.
Toplumda da öyle.
Ben buna biz bilinci diyorum.
Korku kültüründe biz bilincinin gelişmesi mümkün değil.
Ya ben bilinci denilen arsız saldırgan kültür gelişir, ya da sen bilinci denilen ezik kişiliksiz kültür gelişir.

Arsızlar ezikleri daha da eziyor yani o zaman?
Zaten sen diyenler “Meee” diyor,
“Çoban yok mu?
Uykum var mı yok mu bana söylesin, biri benim hakkımı korusun.”
Mesela sınıfa girin öğretmen olarak.
Korku kültürüyle yetişmiş çocuğa güleryüzlü davranın,
“Günaydın çocuklar nasılsınız?” filan deyin.
Üç dört ders sonra size parmak atmaya kalkarlar.
Siz üzülürsünüz; ben bunlara insan muamelesi yapıyorum, yaptıklarına bak diye.
Size süratle öğretirler nasıl öğretmen olunması gerektiğini.

Demek ki korku kültüründe korkutulma ihtiyacının giderilmesi için korkutan birisinin olması lazım.
El ve eldiven gibi.

Ve bu bir yaşam felsefesi.

Mesela korku kültüründe yetişmiş kadınlar da korkutan erkek ister.
Onları korkutmayana “Ne biçim erkek” derler.

Türkiye’de yüzde kaç korku kültürü hakim?

şimdi belirli bir azınlık grup var.
insan hakları, çocuk hakları diyen,
insanca bir yaşam isteyen,
birbirlerine “Günaydın” demek isteyen,
trafik kurallarına uyan…

Benim gördüğüm kadarıyla çok az…
Ve bu insanlar çok yalnız.

Eğer Türkiye’de uygar insan gibi yaşamaya çalışırsanız süratle kendinizi keriz olarak görürsünüz.
O sınıfa girip de “Günaydın” diyen öğretmenin durumuna düşersiniz.

Başınıza gelmedik kalmaz yani?
Kendinizi korursunuz ama o zaman da kendinize yabancılaşırsınız.
Bir mutsuzluk yaşamaya başlarsınız.

Ve altını çizmek lazım.

Kimsenin kabahati yok.
Kimse kötü niyetle yapmıyor bunu.
Bildiği başka bir şey yok.

0 – 7 yaş aralığında bunu öğreniyor.
Bildiğini de gelecek nesle bağırta çağırta aktarıyor.

Bu böyle gidiyor.

Nasıl ki alfabeyi değiştirmek için seferberlik yaptık, köy köy gezip anlattık.

Bence bizim ana babalığı, patronluğu öğrenmemiz için de aynı şey lazım.
Çok ciddi olarak ve bilimsel olarak.
Ve bunu herhangi bir ideolojinin herhangi bir güç kapma yarışının parçası haline getirmeden yapmak çok önemli.

Türk politika tarihinde korku kültürü ne kadar hakim?
Hep korkutularak mı yönetilmiş Türkiye?

Korku kültürünün dışında başka bir akım olmamış.
Avrupa’nın yaşadığı aydınlanma, birey olma hakkı mücadelesi olmamış.
Işte Atatürk devrimleriyle bunu yapmaya çalışmış.

Fakat korku kültüründe yetişmiş insanlar
onu da hemen bir canavar haline getirip iki kampa ayrılmış,
hangisi güçlü olacak mücadelesi yapıyor.
Iki tarafında anlaştığı temel değerler nedir
konusunda bir araştırma içerisine girmiş değiliz.

Ben şimdi olanların hepsini korku kültürü içinde bir mücadele savaşı olarak görüyorum,
Bu da bana acı veriyor.

Bir de bu savaşın, bu en tepedeki güç savaşının bizlerde, sıradan insanlarda yarattığı korkular var.
Herkes endişeli, kaygı içinde ve mutsuz.

Gerçeğe ve bilgiye saygı bir değer olarak kurumlarda yaşamıyorsa,
o zaman benim çok dikkat etmem gereken şeyler var.
Ailem var, ilkelerim var, düzenim var.
Yaşamımı devam ettirmek için benim ya çok güçlü olmam lazım
ya da çok güçlü bir ekibin parçası olmam lazım.

Bütün mücadele böyle dönüyor şimdi Türkiye’de.

Karşı tarafın hakları umurunda değil, zerre ilgilendirmiyor.

Bir onların gözüyle bakayım diye kimse demiyor.

Çünkü bakarsa gücünü kaybediverir.

O yüzden herkes yüzde 100 haklı olduğunu iddia ediyor.

O yüzden de diyalog imkanı ortadan kalkıyor.

Diyalog imkanının olabilmesi için herkesin “Arkadaş sen de ben de farklı bakıyoruz ama müşterek bir gayemiz var” diyebilmesi lazım.
Müşterek kabul ettiğimiz kriterler olması lazım.

Bu kriterler yok.

O yüzden ben birisine baktığımda acaba hangi taraftan diyorum.

Kimseye de sormuyorum, güvenim yok, alttan alttan anlamaya çalışıyorum.

Benim gördüğüm kadarıyla, politika güç mücadelesinden başka birşey değil.

Kim mevkiye makama gelirse nemalanma durumu olarak görüyorum bunu.

Içten içe hepimiz de bu böyle olur diye kabul etmişiz.

O nedenle korku kültürünü bizim en önemli baş belamız olarak görüyorum.

Henüz daha farkında değiliz; nasıl ki balık suyun farkında değil,
Biz de korku kültürünün farkında değiliz.

Bizim de suyumuz mu hasta?

Aynen öyle, akvaryumun suyu aynı olduğu sürece
yeni balıklar koysan bile bir süre sonra onlar da hastalanır.

şimdi biz ne yapıyoruz?
milletvekillerini, yöneticileri suçluyoruz.
Sanki onlar gökten zembille indi.

Onlar da bizim balığımız!

Peki suyu iyi etmek için ne yapmak lazım?
Suyun ilacı ne?

Değerler!

Ilk değer, gerçeğe saygı.
Ikinci değer, gerçeğe sevgi.
En önemlisi de kendine ve yaşama saygı.

23.03.2008

DOGAN CUCELOGLU”

Yorumunuzu Yazınız

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir