UNUTKANLIK HASTALIĞI
O sabah karımdan her günkü gibi ayrıldım. Beni kapıya kadar geçirmek için, ikinci çayını bitirmeden bıraktı. Ceketimin yakasındaki görünmeyen pamuk parçasını silkti. (Kadınlar kocaları üzerindeki mülkiyet haklarını bütün dünyada bu davranışla kanıtlamaya çalışırlar.)
– Soğuk almışsın, kendine iyi bak, artmasın, dedi.
Oysa soğuk algınlığım filan yoktu. Sonunda bir veda öpücüğü kondurdu.
Soğuk bir karı koca öpücüğü!
Sürekli bir alışkanlığa dönüşttürdüğü bu davranışına, yeni bir çeşni verecek ne bir değişiklik, ne de bir içten gelmelik katıyordu. Kökleşmiş, kötü bir alışkanlıktan doğan beceriksiz bir davranışla özenle yerleştirilmiş olan kravat iğnemi iğriltti. Kapıyı kapayınca soğuyan çayına doğru koşan terliklerinin tıpırtısını duydum.
Yola çıktığım vakit o gün başıma geleceklerden hiç haberim yoktu. Duygularım beni hiç uyarmamıştı. Hastalık birden bastırdı.
Birkaç haftadan beri gece gündüz ünlü bir demiryolu davasıyla uğraşıyordum. Mahkemeyi ancak bir iki gün önce kazanmıştım. Aslında yıllardan beri hiç ara vermeden yasa ve mahkemelerle becelleşip duruyordum. Dostum ve doktorum Volney bir iki kez uyarmış; hatta bir gün:
– Eğer işleri biraz gevşetmezsen bir gün birden duracaksın. Ya sinirlerin bozulacak ya da aklın dengesini şaşıracak. Hafta geçmez gazetelerde okursun: Adının ne olduğunu bilmeyen, geçmişini tümüyle unutan biri kaybolmuş, adsız kişiliksiz dolaşıyor, neden? Endişe ve fazla çalışmak yüzünden beyin pıhtılaşıyor, diye açıkladı.
– Vallahi ben pıhtılaşma işine pek inanmam. Bu öyküler gazetecilerin uydurmaları, diye yanıt verdim.
Doktor Volney başını salladı.
– Ne dersen de. Böyle bir hastalık var. Senin dinlenmeye, değişikliğe gereksinmen var. Mahkeme, büro, ev. Yürüdüğün tek yol bundan ibaret. Dinlenmek için de hukuk kitapları okuyorsun. Bu uyarıyı zamanı geçmeden dinlesen iyi edersin, dedi.
Kendimi savunmak için:
– Çarşamba akşamları karımla kâğıt oynarız. Cumartesi akşamları bana annesinden aldığı haftalık mektubu okur. Hukuk kitaplarının dinlendirici olmadıkları henüz kanıtlanmış değil, yanıtını verdim.
O sabah yürürken doktor Volney’in bu sözlerini düşünüyordum. Kendimi her zamankinden daha iyi duyumsuyordum. Hatta biraz daha neşeliydim de.
***
Vagonun uzun ve rahatsız koltuğunda fazlaca kestirmiş olduğumdan kalktığımda eklemlerim gerilmiş, tutulmuştu. Başımı dayayarak düşünmeye çalıştım. Uzun bir süre sonra:
– Herhalde bir adım olacak, dedim. Ceplerimi araştırdım. Ne bir kart, ne bir mektup, ne bir kâğıt parçası vardı. Ceketimin cebinden üç bin dolar çıktı. Bozukluk yoktu, hepsi bütün paraydı.
Kendi kendime:
Herhalde biri olacağım, diye yineleyerek yeniden düşünmeye başladım.
Vagon insanla doluydu. Birbirleriyle serbestçe karıştıkları ve pek keyifli göründükleri için bir tanışıklıkları olacağını düşündüm. İçlerinden, keskin bir kimyon ve sabırotu kokusu yayan şişman, gözlüklü biri yaklaşıp dostça bir selamla yerimin boş bölümüne oturarak bir gazete açtı. Arada bir okumasına ara verdikçe, yolculara özgü bir biçimde günün olayları üzerine konuştuk. Bu konular üzerinde, belleğim için övülmeye değer bir biçimde konuştuğumu gördüm. Biraz sonra karşımdaki:
– Herhalde siz de bizlerden olacaksınız. Batı, doğrusu, bu gibi durumlarda, Doğu’ya birinci sınıf insanlar gönderir. Toplantıyı, New-York’ta yaptıklarına çok sevindim! Doğu’ya gitmek hiç kısmet olmamıştı. Adım R.P. Bolder. Missouri’de, Hickorey Grove’da, Bolder ve Oğulları şirketindenim.
Hazırlıksız olmakla birlikte kendimi toparlayıverdim. Aslında insanlarda, beklenmedik bir olayla karşılaştıkları zaman hemen kendilerine gelerek olayın gereklerine uyuverme özelliği vardır. Hemen bir vaftiz töreni yapmam; hem bebek, hem papaz, hem de baba olmam gerekiyordu. Duygularım yavaş yavaş çalışan beynimin yardımına koştu. Karşımdakinin yayınladığı keskin ilaç kokusu bana bir düşünce esinlemişti. Gazetesine gözüm ilişmiş, açık bir reklam görmüştüm. Bu bana büsbütün yardım etti.
– Adım Edward Pinkhammer’dir. Eczacıyım. Kansas’ta Cornopolis’de oturuyorum, dedim.
– Eczacı olduğunuzu anladım. Sağ elinizin orta parmağındaki nasırı gördüm. Havan tokmağının sürttüğü nokta nasırlanmış. Herhalde siz de kurultayda üyesiniz, değil mi? dedi.
Şaşkınlıkla:
– Bunların hepsi eczacı mı? diye sordum.
– Evet. Vagon doğrudan doğruya Batı’dan geliyor. Hem de eski eczacılardan. Öyle hazır tabletler veya haplar satan takımından değil. İlaçlarını kendileri hazırlayan eski eczacılar.
Haplarımızı kendimiz yaparız. Burnumuz havada değil. İlkyaz gelince çiçek tohumu satmaktan çekinmez; ek olarak ayakkabı ve şekerleme ticareti de yapmaktan kaçınmayız. Dostum Hampinker, bak sana söyliyeyim. Bu kurultayda ortaya yeni bir düşünce atacağım -yeni düşünce- zehirli ilaçlarla, zararsız ilaçları bilirsin. Adlarının benzerliği yüzünden bunları birbirine karıştırmak mümkündür. Genel olarak eczacılar ne yaparlar? Zehirlilerle zehirsizleri karıştırmamak için birbirinden olabildiğince uzak tutarlar. Oysa bu yanlıştır. Yanyana koymak gerekir. İstediğin zaman karşılaştırır ve yanlış yapmaktan kurtulursun. Nasıl anlayabildin mi?
– Kötü düşünce değil doğrusu.
– Mademki beğendin, pek güzel. Ben kurultayda önerince, sen de atılır beni desteklersin. Piyasada kendilerinden başka, pastile benziyen hipodermik tablet bulunmadığını sanan Doğu’daki portakal fosfatı ve masaj kremi profesörlerini mat ederiz.
Coşkuyla:
– Eğer şişe konusunda yardımım dokunursa, diye başladım. Lafımı keserek:
– Antimuan ve potas tartratıyla soda ve potas tartratı demesine kalmadı:
– Bundan sonra yanyana oturacaklar, diye, sürdürdüm.
Mister Bolder:
– Bir konu daha var. Hap yaparken katılaştırıcı madde olarak manyezi karbonunu mu, yoksa pülverize gliserini mi yeğlersin? diye sordu.
– Evet, ı, ı,…, manyezi’yi dedim, bunun söylenişi ötekinden daha kolay gelivermişti.
Bu yanıtım üzerine Mister Bolder’in gözlüklerinin altından beni kuşkulu bakışlarla süzdüğünü gördüm.
– Ben gliserini yeğlerim. Manyezi çamurlaşır. Gazeteyi uzatarak ve parmağıyla yazıyı göstererek:
– Bak oku! Bir afazi olayı daha. Uydurma bir unutkanlık. Hiçbirine inanmam doğrusu, onda dokuzu uydurmadır. İşinden, ailesinden bıkan kimse, hoş bir vakit geçirmek isteyince bir yerlere sıvışır. Arayıp buldukları zaman belleğini yitirmiş gibi davranır. Adını bile anımsamaz. Karısının sol omzundaki çilek işaretini bile tanımaz. Afazi! Sen onu benim külahıma anlat. Belleğin yitirilmesini anlarım, ama evlerinden niye kaçıp giderler.
Gazeteyi aldım. Abartılı başlıktan sonra şunları okudum:
Donver – 12 Haziran:
Elwyn C. Bellford adında tanınmış bir avukat üç günden beri gizemli bir biçimde ortadan kaybolmuş bulunmaktadır. Bulunması için yapılan bütün girişimler boşa gitmiştir. Mister Bellford saygın bir avukattı. Evlidir. Güzel bir evi vardır. Eyalet içinde en büyük kitaplık onundur. Kaybolduğu gün bankadan büyük miktarda para çekmiştir. Bankadan ayrıldıktan sonra da kendisini gören olmamıştır. Son derece sakin ve evcimen bir erkek olan Mister Bellford eğlence ve mutluluğunu evinde ve mesleğinde bulmuştur. Son birkaç aydan beri demiryolu şirketiyle ilgili bir davaya kendini aşırı vermiş olması belki kaybolma nedeniyle ilgili görülebilir. Aşırı çalışmanın aklına dokunmuş olmasından korkulmaktadır. Kayıp avukatın izini bulmak için çaba gösterilmektedir.
Yazıyı okuduktan sonra:
– Bana öyle geliyor ki bu konu hakkında aşırı bir güvensizlik gösteriyorsunuz. Okuduğum bana gerçek bir afazi olayı gibi görünüyor. Böyle bolluk içinde, ailesinden hoşnut, çevresinin saygısını kazanmış bir adam neden birdenbire her şeyden vazgeçiversin? Bazılarının belleklerini yitirdiklerini; adsız, evsiz barksız, geçmişsiz yollara düştüklerini biliyorum.
– Laf, boş laf. Bu gibileri zevklerinin peşindedirler. Bugünlerde kültür boşluğu var. Afazi konusunda bilgisi olan erkekler bunu bir özür olarak kullanıveriyorlar. Bununla birlikte kadınlar da az kurnaz değiller. Başlarına bir şey gelip yakalandılar mı kocalarının gözlerinin içine bakarak ve bilimsel bir tavır takınarak:
– Ne yapayım, ipnotize etti, diyiveriyorlar.
Mister Bolder konuşmamıza bu akışı verince, açıkladığı felsefe, ileri sürdüğü düşüncelerle bana hiçbir yardımda bulunmadı.
New-York’a gece saat ona doğru vardık. Bir arabaya atlayarak otele gittim. Kayıt defterini Edward Pinkhammer diye imzaladım. İmzamı atarken bütün benliğim sarhoş edici görkemli, yabanıl, nefis bir kaynayışla kabardı. Yeni elde edilen olanaklar ve sonsuz bir özgürlük duygusuyla içim içime sığmaz oldu. Sanki dünyaya yeni gelmiş biriydim. Eski bağlar -zaten ne gibi takıntılarım olduğunu pek bilmiyordum- her neyse ellerimden ayaklarımdan çözülüvermişti. Gelecek, önümde yeni doğmuş bir çocuğun adım attığı gibi açıktı. Bu açık yola büyük bir insanın deneyim ve bilgisiyle giriyordum.
Otel yazmanının beni beş saniye kadar dikkatle süzdüğünü sezer gibi oldum. Valizim yoktu.
– Eczacılar kurultayı için geldim, diyerek bir tomar para çıkardım.
– Valizim her nedense henüz gelmedi, diye ekledim.
Altın dişlerini göstererek:
– Öyle mi, efendim. Batılı delegelerden otelimizde kalan pek çok, dedi ve zili çalarak hademeyi çağırdı.
Oynadığım role renk vermek isteğiyle:
– Biz Batılılar arasında kurultaya bir öneri sunma konusunda önemli bir girişim var. Antimuan ve Potas tartratı şişelerinin soda ve potas tartratı şişeleriyle aynı rafta saklanmasını önereceğiz.
Yazman ivedi;
– Bayı üçüncü katta 14 numaraya götür, dedi. Hademeler beni alıp odama tıktılar.
Ertesi gün bir valizle giyim eşyası aldım. Edward Pinkhammer’in hayatını yaşamaya başladım. Geçmişle ilgili sorunları çözmeye çalışarak kafamı yormaktan kurtulmuştum.
Bu büyük ada kent dudaklarıma keskin bir içkiyle dolu parlak bir kadeh uzatıyordu. Sevinerek içtim. Manhattan’ın anahtarları, kullanmasını bilendedir. Yabancı, bu kentin ya konuğu, ya kurbanı olur.
İlk günlerim altın ve gümüş kadar parlak geçti. Birkaç saat gibi kısacık bir sürede dünyaya gelen Edward Pinkhammer bağsız bir yaşam sürmenin zevkini tattı. Tiyatrolarda ve taraçalardaki bahçelerde sihirli halılara oturarak güzel kızlar, neşeli müzik ve insanlığı acayip ve anlamsız abartılarla alaya alan öykünmeler ülkesine uçtu. Zaman ve mekanla, toplum bağlarıyla bağlı olmadan şuraya buraya, paşa gönlünün istediği yere gitti. Acayip barlarda, Macar müziğinin ezgileriyle birtakım civelek sanatçıların çığlıkları arasında acayip yemeklerle karnını doyurdu. Gece yaşamının elektrik ışığında sinemalardaki görüntüler gibi titrediği yerlerde ve son moda şapkaların, pahalı elmasların ve bunları giyen ve takan kadınlarla giyilmesini ve takılmasını sağlayan erkeklerin neşelenmek ve boy göstermek için buluştukları gazinolarda bulundu. Bütün bu görünümler arasında o ana kadar algılayamamış olduğu bir gerçeği öğrendi.
Özgürlük, yasağa meydan okumakla elde edilemez. Özgür olmak isteyen genel eğilime uyar. Nezaket kapısı geniştir. Altından geçerken borcunu ödemelisin: Tersi durumda özgürlük ülkesine giremezsin. Bütün bu didişmelerin, görünen düzensizliğin, kayıtsızlığın ortasında bu kuralın kendini hiç belli etmeden fakat demir bir yasa gibi egemen olduğuna tanık oldum.
Manhattan’da bu kurala uymak zorunludur. Bu ilkeye uyarsanız tam bir özgürlüğe kavuşur, özgür insanların en özgürü olursunuz. Eğer kendinizi yürürlükte bulunan töreyle bağlı saymazsanız elinizi kolunuzu bağlamış olursunuz.
Bazen gönlüm çekince akşam yemeği için, nezaketten doğma zarif bir çekingenliğin egemen olduğu, mırıltılarla konuşulan ve yüksek sosyete kokan palmiyeli, görkemli salonları arardım. Bazen birbiriyle aşıkdaşlık eden gürültücü, fazla süslü, patavatsız yazmanlar ve satıcı kızlarla dolu vapurlara binerek plajlara gider, bu ilkel halkın kaba eğlencelerine dalardım. Bunların dışında hep Broadway vardı: Zengin, parlak, kurnaz ve kaypak, hep çeşitlenen, çekici Broadway. İnsanı afyon tiryakiliği gibi saran Broadway.
Bir gün otelime girerken koca burunlu, kara bıyıklı, şişman biri koridorda önüme çıktı. Yanından geçmek isterken saldırgan bir içtenlikle merhabalaşmaya kalktı.
Yüksek sesle:
– Merhaba Bellford. New-York’ta işin ne? Senin o kitap ininden çıkacağına kesinlikle inanmazdım. Madam da burada mı? Yoksa kendi başına mı geldin? dedi.
Elimi elinden çekerek soğuk bir sesle:
– Yanılıyorsunuz herhalde efendim. Adım Pinkhammer, izninizle, dedim.
Adam belirgin bir şaşkınlıkla yana çekildi.
Otel yazmanının masasına doğru ilerleyerek hademeyi çağırıp boş bir telgraf kâğıdı hakkında bir şeyler söylediğini duydum.
Yazmana:
– Hesabımı çıkarın. Yarım saate kadar valizimi aşağıya indirin. Dostluk taslayan yalancılar tarafından rahatsız edilmeyi hiç sevmem, dedim…
O gün öğleden sonra Beşinci Cadde’nin aşağısında dingin, oturaklı, eski bir otele geçtim. Broadway’in ilerisinde küçük bir lokanta vardı. İnsan burada yemeğini tropik bitkiler arasında hemen hemen tam bir tropik dekoru içinde yerdi. Bir yandan servisin eksiksizliği, öbür yandan sessizlik ve lüks burasını yemek ve aperitif için ideal bir yer haline getirmişti. Bir gün öğleden sonra oraya gittim. Terementi otları arasında ilerlerken kolumdan birinin çektiğini duyumsadım.
Şaşılacak derecede tatlı bir ses:
– Mister Bellford, diye seslendi.
Dönünce bir bayanla karşılaştım. Yalnız başına oturan otuz yaşlarında, son derece güzel gözlü bir kadın bana sanki çok yakın bir dostmuşum gibi bakıyordu.
– Az kalsın beni görmeden geçiyordun. Tanımadım diye yadsıma. On beş yılda bir el sıkışsak ne olur, diye çıkıştı.
Derhal elini sıktım. Bir sandalye çekerek karşısına kuruldum. Kaşlarımla çevrede dolaşan bir garsonu çağırdım. Bayan bir portakal dondurmasıyla haşır neşir oluyordu. Ben de “nane likörü” ısmarladım. Saçları tunç kırmızısıydı, bununla birlikte saçlarını seyre olanak yoktu, çünkü gözlerinizi gözlerinden ayıramazdınız. Alacakaranlıkta bir ormanın derinliklerine baktığınız zaman günbatımını nasıl duyumsarsanız bu kızıl saçları da öyle duyumsardınız.
– Beni tanıdığınızdan emin misiniz? diye sordum.
– Hayır, ondan hiçbir zaman emin olamadım, diye gülümsedi.
Azıcık bir endişeyle:
– Adımın Edward Pikhammer olduğunu ve Kansas’ta Cornopolis’te oturduğumu söylesem ne dersiniz, dedim.
Neşeli bir bakışla:
– Madam Bellford’u birlikte New-York’a getirmemiş, derdim. Getirsen çok iyi ederdin. Marian’ı görmek isterdim doğrusu.
Sesini biraz alçaltarak:
– Pek değişmemişsin doğrusu. Ewyn, dedi. Güzel gözlerinin gözlerimin içine baktığını ve yüzümü dikkatle süzdüğünü duyumsadım.
– Hayır; değişmişsin, diye düzeltti. Son sözcüğü söylerken sesinde sevinç anlatan yumuşak bir eda sezdim.
– Görüyorum ki unutmamışsın. Bir yıl değil, bir gün değil, bir saat unutmamışsın. Sana unutmayacağını söylememiş miydim?
Saman çubuğunu endişeyle “nane likörü”ne daldırdım. Bakışları huzurumu kaçırmıştı.
– Bağışlamanızı dilerim ama unuttum. Her şeyi unuttum. Asıl zorluk da zaten orada… dedim.
Yadsıyışımla alay etti. Yüzümde okuduğu bir anlama tatlı tatlı güldü.
– Ara sıra haberlerini alıyordum. Batı’da Denver’de mi, Los Angeles’de mi, öyle bir yerde ünlü bir avukat olmuşsun. Marian herhalde seninle övünüyordur. Benim de senden altı ay sonra evlendiğimi işitmişsindir. Herhalde gazetelerde görmüşsündür. Yalnızca düğün çiçekleri iki bin dolar tutmuştu.
On beş yıl demişti. On beş yıl uzun bir zamandır.
Biraz çekinerek:
– Kutlamalarımı sunsam çok gecikmiş olmaz mı acaba? dedim.
Güzel ve ince bir ataklıkla:
– Eğer cesaret edebilirsen, ne iyi, diye yanıt verince başparmağımla masanın üzerinde biçimler çizmeye koyuldum.
Heyecanla öne doğru eğilerek:
– Sana bir şey sormak istiyorum. Yıllardır öğrenmek istediğim bir şey. Bir kadın merakı yalnızca… O geceden beri beyaz güle dokunmaya, koklamaya, bakmaya cesaretin yetti mi? Yağmur ve çiyle ıslanmış beyaz güllere…
Nane liköründen bir yudum içtim:
İçimi çekerek:
– Bunların hiçbirini anımsamadığımı yinelemek anlıyorum ki işe yaramayacak… Belleğim yanılıyor, yazık ki böyle bir şey anımsayamıyorum, dedim.
Bayan kollarını masaya dayadı. Sözlerimi küçümseyen bakışları ruhuma işledi. Hafif bir kahkaha attı. Sesinde acayip bir anlam sezdim. Hem mutluluk evet mutluluk- hem de mutsuzluk anlatan bir kahkahaydı bu. Onu görmemeye, uzaklara bakmaya çalıştım.
Sevinçle:
– Yalan söylüyorsun. Elwyn, yalan söylediğini biliyorum, dedi.
Hiç ilgi göstermeden aptal aptal terementi otlarına baktım.
– Adım Edward Pinkhammer, eczacıların ulusal kurultayına geldim. Antimuan tartratıyla potas tartratı şişelerinin yeni bir biçimde dizilmesi hakkında bir akım var, yalnız, sanmam ki böyle bir şey sizi ilgilendirsin; dedim.
Kapının önünde pırıl pırıl ışıldayan bir landon durunca bayan kalktı. Elini sıktım, eğildim.
– Anımsayamadığıma cidden üzgünüm. Durumu açıklamak isterdim ama, anlamazsınız diye çekindim. Siz Pinkhammer’i kabul etmiyorsunuz. Bense gülleri ve öbür anlattıklarınızı bir türlü anımsayamıyorum, dedim.
Arabasına binerek mutlu ve üzgün bir gülümsemeyle:
– Hoşça kalın, Mister Bellford, dedi.
O gece tiyatroya gittim. otele döndüğümde tırnaklarını ipekli bir mendille patlatmaya pek meraklı gibi görünen koyu giysili, sessiz birini yerden bitmiş gibi birden yanımda buldum.
Daha çok işaret parmağının tırnağıyla ilgilenerek ve öbürlerine önem vermeksizin:
– Bağışlayın, mister Pinkhammer, sizinle biraz özel görüşmek istiyorum. Bakın şurada bir oda var, dedi.
– Buyrun, yanıtını verdim.
Beni küçük, özel bir salona soktu. İçerde bir bayla bayan vardı. Bayanın yüzünde büyük endişe ve yorgunluk belirtileri olmasaydı ortanın üstünde güzel sayılabilecekti. Boylu boslu, alımlıydı. Yüzünün çizgileri ve rengi gözüme pek hoş göründü. Üzerinde bir yolculuk giysisi vardı. Beni endişeli gözlerle süzüp titreyen elini göğsüne koydu. Sanırım ileri atılmak istedi. Fakat, yanındaki bay egemen bir el hareketiyle onun bu davranışına engel oldu, kendi kalkıp yanıma geldi. Güçlü ve düşünceli bir yüzü olan, şakakları hafifçe kırlaşmış, kırk yaşlarında biriydi.
İçtenlikle:
– Merhaba, yahu, Bellfordcuğum. Seni gördüğüme çok sevindim. Bir şey olmadığını biliyoruz. Ama ben sana önceden uyarıda bulunmuştum. Fazla çalışıyorsun, dedim. Şimdi seni alıp birlikte götüreceğiz. Kısa bir zamanda kendine gelirsin.
Alayla güldüm:
– Bellford masalını o kadar çok dinledim ki artık yeniliğini yitirdi. Usanmaya başladım. Adımın Edward Pinkhammer olduğunu ve sizleri ömrümde ilk kez gördüğümü daha şimdiden kabule razı olun, dedim.
Karşımdaki yanıt vermeye vakit bulamadan kadın çığlığı bastı. İlerlemesine engel olmak üzere uzanan eli iterek yanıma geldi. Sıkı sıkı sarılarak:
– Elwyn, Elwyn, kalbimi kırma, diye hıçkırmaya başladı.
– Ben karınım, karın. Bir kerecik olsun adımı söyle. Seni bu durumda görmektense ölü görmeyi yeğlerdim.
Kollarını saygı fakat aynı zamanda kararlılıkla çözdüm.
Şiddetle:
– Bağışlamanızı dilerim, madam. Benzeyişe pek çabuk aldanıyorsunuz, dedim.
Bu arada aklıma eczacının düşüncesi geldi, gülerek:
– Ne yazık ki Bellford denilen kişiyle bendeniz soda tartratıyla antimuan tartratı gibi aynı rafta buluşamıyoruz, diye sürdürdüm. Ama bu benzetiyi anlayabilmek için eczacıların ulusal kurultayındaki görüşmeleri izlemeniz gerek, diye ekledim.
Bayan, arkadaşına dönerek kolundan yakaladı.
– Doktorcuğum, doktor Volneyciğim. Nesi var? diye inledi.
Doktor diye konuştuğu kişi onu kapıya kadar götürdü.
– Siz biraz odanıza gidin. Ben kalıp kendisiyle konuşacağım. Aklında bir şey galiba. Hayır, beyninin bir bölümü; iyileşeceğine eminim. Odanıza çekilin ve beni biraz kendisiyle başbaşa bırakın, dediğini duydum.
Bayan ortadan kayboldu. Koyu giysili kişi de belirsiz bir biçimde parmaklarıyla ilgilenmeyi sürdürerek dışarı çıktı. Ama holde beklediğinden emindim.
İçerde kalan kişi:
– Mister Pinkhammer izin verirseniz sizinle biraz konuşmak istiyorum, dedi.
– Peki, mademki öyle bir isteğiniz var, yalnız izin verirseniz şöyle biraz rahat edeyim yorgunum da, dedim. Pencere yanındaki koltuğa kuruldum. Bir puro yaktım. Doktor bir sandalye çekerek yaklaştı.
Yatıştırıcı bir dille:
– Asıl konuya gelelim. Gerçek adın Pinkhammer değil, diye başladı.
Soğuk soğuk:
– Onu senin kadar ben de biliyorum. Fakat insanın bir adı olması gerek. Pinkhammer adını çok beğenmediğim konusunda sana güvence verebilirim. Fakat insan kendisini vaftiz etmeye kalkınca güzel adları anımsayamıyor. Düşün bir kez, ya Tanrı korusun, Scheringhausen ve Scroggins adını almaya kalksaydım ne olurdu. Pinkhammer’i seçmekle pek kötü etmediğim kanısındayım.
Karşımdaki ciddi olarak:
– Adın Elwyn C. Bellford’dur. Denver’in en ileri gelen avukatlarından birisin. Şu an afazi hastalığı çekmektesin. Bundan dolayı gerçek kimliğini unutmuş bulunuyorsun. Hastalanmana neden mesleğine fazla saplanmış olman, doğal zevklerden, dinlenmeden kendini yoksun bırakmış bulunmandır. Biraz önce odadan çıkan bayan karındır.
Yerinde bir duruştan sonra:
– Güzel bir kadın doğrusu. Saçının kestane rengine özellikle bayıldım, dedim.
– Övünülecek bir eştir. Kaybolduğundan beri, yani iki haftadır gözlerini hemen hemen hiç kapamadı. New-York’ta olduğunu Denverli bir tüccarın -İsidore Newman’ın- çektiği telgraftan öğrendik. Seni bir otelde gördüğünü, fakat kendisini tanımadığını bildiriyordu.
– Sanırım anımsadım. Bana Bellford diye seslenmişti. Şimdi sizin kendinizi tanıtmanıza sıra geldi, sanırım.
– Ben Volney. Doktor Volney. 20 yıllık dostun, 15 yıllık doktorun. Telgrafı alır almaz karınla geldim. Haydi Elwynciğim, göster kendini, anımsamaya çalış.
Kaşlarımı çatarak:
– Ne gereği var ki, doktorum, diyorsun. Afazi iyileştirilebilir mi?.. İnsan belleğini yitirince birdenbire mi, yoksa yavaş yavaş mı kendine gelir?
– Bazen yavaş yavaş, bazen de yitirdiği gibi birden.
– Öyleyse, tedavimi kabul eder misin?
– Bu da laf mı? Eski dost düşman olur mu? Seni iyileştirmek için elimden ne gelirse yapacağım. Bilimin tüm güçlerini kullanacağım.
– Peki. Artık hastan sayılırım. Sana hastayla doktor arasında kalması gereken bir giz vereceğim.
– Buyur.
Koltuktan kalktım. Ortadaki masaya bir demet beyaz çiçek bırakmışlardı. Güzel kokulu yeni ıslatılmış bir demet beyaz gül. Yakaladığım gibi pencereden fırlattım. Geçip koltuğa yine yaslandım.
– Bobbyciğim, birden iyileşmem daha doğru olacak. Artık bıktım. Marian’ı getirebilirsin…
Arkasına bir tekme yerleştirdiğim gibi içimi çekerek:
-Ama doktorcuğum, olağanüstü güzel bir hastalıktı doğrusu, dedim.