I. TESADÜF MÜ, TEVAFUK MU?, II. DEPREM KADER DEĞİL Mİ?, III. MATERİALİSME – Ömer Sevinçgül

I. TESADÜF MÜ, TEVAFUK MU?
II. DEPREM KADER DEĞİL Mİ?
III. MATERİALİSME 
 Ömer Sevinçgül 

TESADÜF MÜ, TEVAFUK MU?                         

Bugün, yıllar önce ayrıldığım ve pek az hatırladığım bir arkadaşımla karşılaştım. Onu aramıyordum,  karşılaşmayı tasarlamamıştım, benim yaşadığım kente geldiğini de bilmiyordum. Bir süre konuşup ayrıldıktan sonra kendi kendime sordum:

Bu bir tesadüf mü, yoksa tevafuk mu? 

“Tevafuk,” uygunluk, başka bir tabirle birbirine uyma hâli anlamına geliyor. Bir olay önceden tasarlanmışsa, gerekli tedbirler alınıp, sonuca götürücü sebepler bir araya getirilmişse ve netice önceden biliniyorsa, olay meydana geldiği zaman, tevafuk etti, diyebiliriz. Bu söz, tasarı gerçekleşti, olay beklediğimiz gibi gelişti manasındadır. Tevafuk, bir ilim, irade ve kasıt işidir.

Tesadüf ise, önceden plânlanmayan, düşünülmeyen, tedbirleri alınmayan, bilgimiz  ve irademiz dışında gerçekleşen olaylar için söylenir. Bu tür olaylarda ilim, irade ve kasıt devre dışı kalmıştır.

Arkadaşımla karşılaşma olayı, önceden tasarlamadığım için, benim açımdan bir tesadüftür.

Ama arkadaşım bu karşılaşmayı plânlamışsa, meselâ, benim o şehirde yaşadığımı biliyorsa ve belli bir saatte her zaman aynı yerden geçeceğimi öğrenmişse, benimle görüşmek için bilerek ve isteyerek oraya gelmişse, bu olay  arkadaşım için bir tevafuktur.

Bu misâli biraz daha geliştirelim. Diyelim ki, bu karşılaşmayı ne ben tasarladım, ne de arkadaşım. Bir üçüncü kişi, bizi karşılaştırmak istedi, öyle ustaca bir plân yaptı ki, biz o plâna bilmeyerek uyduk ve beklenen sonuç gerçekleşti. Bu durumda olay, bizim için tesadüf, fakat o üçüncü kişi için tevafuk olacaktır. Çünkü gelişmeler, onun bilgisine ve iradesine uymuştur.

Bu misâlde adım adım ilerlememizin  bir sebebi var, aradığımız hakikata ulaşmak istiyoruz. Bu hakikat, kaderdir.

Bütün olmuşlar, olanlar ve olacaklar kader levhasında yazılıdır. Allah için, bilinmeyen yoktur. Bütün olaylar Onun ilmine uygun biçimde gelişir. Her atom, her insan, her yıldız… her hareketinde alınyazısını gerçekleştirir.

Genetik ilminin ilerlemesiyle, canlıların, var olmadan önce tasarlandığı, atomların belirlenen sınır çizgilerine göre bir araya geldikleri gün gibi ortaya çıkmıştır. Her biri, içinde ayrıntılı birer plân taşıyan tohumlar ve çekirdekler, ancak ilimle yaratılabilir.

Anlaşılması bile ileri düzeyde bilgi isteyen bu şifrelerin düzenlenmesi akılsız, şuursuz ve cahil tesadüfe verilebilir mi hiç?

Damlalar buluttan haber verdiği gibi, bu küçücük plânlar da bir büyük programı gösterirler.

Dikkatle bakınca her yerde gördüğümüz “nizam ve mizan ve intizam ve tasvir ve tezyin ve imtiyazlar” kader hakikatının şahitleridirler. Düzenli, ölçülü, tartılı, süslü, bütün parçaları yerli yerinde, biçimleri ve özellikleri birbirine benzemeyen varlıklar, ancak sonsuz  bir ilimle bu hâllerini kazanabilirler.

Bilgisiz, kör, şuursuz ve iradesiz tesadüf bu harika varlıklara parmak karıştıramaz. Kâinatta tesadüfe tesadüf edilemez.

Kader diyen, ilim demektedir.

Kader, Allahın ilminden bir kısımdır. Maddeyi, mekânı, hareketi ve zamanı  yaratan Allah, elbette bu eserlerini bilerek yaratmaktadır.

Yaradan için zamanda önce, sonra, şimdi yoktur, yalnız zaman vardır. Zamanı dilimleyen, dakikaları sırasıyla yaşayan biziz. Önce, sonra  ve şimdiye esir olan yine biziz.

Kaderimizi yaşaya yaşaya öğreniriz. Biz, kaderde nelerin yazılı olduğunu bilmeyiz. Bilmediğimiz için de tesadüf der, geçeriz.

Oysa her olay, kader açısından bir tevafuktur.

Sözün kısası, kâinatta tesadüfe yer yoktur. Olaylar ve varlıklar bir ilim ve iradenin sonucudur. Her olay kadere tevafuk eder, bir başka deyişle ilâhî ilme uygun biçimde gelişir.

Şuurlu bir mümin, bu gerçeği bildiği için, dışarıdan tesadüf gibi görünen olayların, aslında bir tevafuk olduğuna inanır.

Bu sebeple, önceden tasarlamadığı hâlde bir arkadaşıyla karşılaştığı zaman “ne güzel tesadüf,” demez, “ne güzel tevafuk,” der, imanını ifade eder.

  

DEPREM KADER DEĞiL Mi?                  

Bediüzzaman, bir eserinde, “insanların ağzından çıkan ve küfrü işmam eden kelimeler var,” der ve inananların bu kelimeleri “bilmeyerek” kullandıklarını söyler.

Küfrü işmam eden, yani “koklatan, kendilerinden küfür kokusu gelen” kelimeler… Bu tesbiti okuduktan sonra ben de kelimeleri koklamaya çalışıyorum. Gün geçmiyor ki böyle bir sözle karşılaşmayayım. işte onlardan biri:

“Deprem kader değildir!”

Uluorta söylenmiş bir söz. Kadere iman ölçülerine vuruldumu, rahatsız edici bir koku yayıyor etrafa. Bu sözü, kaderin ne olduğunu bilen biri söylerse tehlike büyük.

Ben iyiye yoruyor, “inanan” birinin “bilmeyerek” söylediğini düşünüyorum.

Deprem kader mi, değil mi, bunu tahlil etmek için önce kaderin ne olduğunu hatırlayalım:

Kader, her olayın ne zaman ve nerede olacağının Allah tarafından bilinmesi ve takdir edilmesi.

Her hâdise “mukadderdir,” yani yeri ve zamanı ezelden belirlenmiştir. Kâinatta olup bitenler gibi olacaklar da Allah tarafından bilinir. ilâhî ilmin dışında kalan hiçbir olay düşünülemez. Her ne oluyorsa, adına kısaca “kader” dediğimiz ilâhî ilmin sınırları içinde olmaktadır.

Kâinatta tesadüf yok, tevafuk vardır. Bütün yerleri ve bütün zamanları kuşatan kader hakikatı tesadüfe meydan bırakmamıştır.

Deprem, ya bir ilim ve irade dahilinde oluyor veya tesadüfen. Başka türlü ifade edersek, bu nevi olaylar ya Allah Tealânın ilmiyle, iradesiyle ve kudretiyle meydana geliyor veya kendi kendine.    

Deprem de bir fiil. Her fiil gibi elbet failini gösteriyor.

Dünyayı yoktan var eden, onu güneşin etrafında bir uzay gemisi gibi uçuran, büyük bir sistem dahilinde mevsimleri değiştiren, yeryüzünde bitkileri, hayvanları, insanları halkeden, sayısız işleri vakti vaktine, şaşırmadan, akıl almaz bir ölçüyle düzenleyen, nihayetsiz ilmi, iradesi ve kudretiyle atomları mûcizevî bir şekilde yan yana getirip harikulâde eserler yaratan Allah, kendi mülkünde meydana gelen ve yokluk karanlıklarından çıkardığı insanları yakından ilgilendiren deprem gibi önemli bir hâdiseyi bilmesin, irade etmesin, başıboş bıraksın, tesadüfe havale etsin… mümkün mü!

Kâinattaki her olay gibi, deprem de Allah tarafından bilinmektedir. Ne zaman ve nerede deprem olacak, nasıl olacak, neticesinde kimler ölecek, kimler kurtulacak bütün bu unsurlar, bütün ayrıntılarıyla kaderde mevcuttur.

Bu temel hakikatı böylece tesbit ettikten ve imanımızı tazeledikten sonra şimdi başka bir hususu inceleyelim.

Biri çıkıp diyebilir ki: “Biz bu cümleyi kaderi inkâr etmek ve depremin tesadüfen meydana geldiğini söylemek için kullanmıyoruz. Maksadımız, insanları tedbire davet etmek. Deprem kuşağında yerleşim birimleri kurmamak, deprem ihtimalini daima göz önünde bulundurarak binalar yapmak, inşaatlarda depreme dayanıklı ve hafif malzemeler kullanmak gibi tedbirlerle bu felâketin zararını bir derece önleyebiliriz. işte biz, bu noktaları hatırlatarak ihmalcileri ikaz etmek istiyoruz.”

Eğer söylenmek istenen bu ise, hata kullanılan kelimeden kaynaklanıyor demektir. Biz de bu ihtimali nazara aldık ve bu sözü söyleyenleri bir çırpıda küfürle itham etmeyip, ihtiyatlı davranarak “inananlar bilmeyerek kullanıyor” dedik.

Körü körüne teslimiyetçiliğe “kader” deyip, tedbirler almayı “kaderi değiştirmek” diye ifade etmek yanlıştır.

İslâmî tevekkül anlayışı hiçbir tedbir almadan sonucu beklemek değildir, elden gelen her şeyi yaptıktan sonra teslimiyetle neticeyi beklemektir. Sebeplere teşebbüs edip, sonucu Allahtan istemektir. Çünkü, sebepler bir araya gelmekle mutlaka netice hasıl olur diye bir kaide yoktur. Sebepler yaratıcı değil, birer vesiledirler. Tedbir için her ne yapılırsa yapılsın, yine de neticeleri yaratacak olan Allahtır.

Tedbir alınsın veya alınmasın, her iki hâlde de olup bitenler “kader”dir. Tedbir almakla kaderin dışına çıkılmaz. Gemi rota değiştirmekle okyanustan çıkmış olmaz. Biz insanlar kader okyanusunda yüzen birer gemi gibiyiz. Rotamızı ne yana çevirirsek çevirelim, tedbir alalım veya almayalım o ilim okyanusundan ayrılmış olmayız.

Tedbir almamaya kader deyip, tedbir almayı kaderden kurtulmak zannetmenin doğru kader inancı ve anlayışıyla hiçbir alâkası yoktur.

Hâller değişir, ama kader değişmez. Meselâ, bir fakir çalışıp zengin olmakla “Ben kaderimi değiştirdim,” diyemez. Değişen onun hâlidir, fakirliğin yerini zenginlik almıştır. Şöyle demesi gerekir: “Benim kaderimde önce fakir olmak, sonra da çalışıp zengin olmak varmış.”

islâm bize, “Kadere inanıyorsan tedbiri bırakacaksın,” demiyor. Aksine, önce tedbir alıp, sonra tevekkül etmemizi istiyor.

insanın her ameli ve her sözü kulluğunun ifadesidir. Başıboş bırakılmayan ve bütün varlıkların üstünde bir önem sahibi olan insanın her sözü lehine veya aleyhine şahit olarak kullanılacaktır. Söylediği sözler, kâtip melekler tarafından yazılmakta ve Allah tarafından işitilmektedir.

Bazen bir cümle bizi yücelerin en yücesine çıkarır, bazen da bir söz aşağıların en aşağısına düşürür. Söyleyeceğimiz her kelimeyi islâm terazisiyle iyice tartmak zorundayız.

Ağızdan çıkan yanlış kelimeler, tabancadan rastgele atılan mermilerden daha az tehlikeli değildir!

Bizi gözetleyen, her söylediğimizi işiten, bütün amellerimizi yazanları unutmayalım.

içimizde kendi söz ve davranışlarımızı elekten geçiren bir sansür müessesemiz olsun.

  

MATERiALiSME

Maddiyye, maddecilik.

Herşeyi maddeye indirgeyen ve maddi varlıkların dışında hiçbir varlık kabul etmeyen felsefi görüş.

Adamın biri, bir âlimin evine, bir emanet bırakmıştı. Emanet lâzım oldu. Adam, âlimin yanına uğradı. Onu ders kürsüsüne oturmuş bir hâlde gördü. Talebeleri karşısına dizilmişti.

“Efendi, o emanete ihtiyacım var,” dedi.

Hoca işaret etti: “Biraz bekle, dersi bitireyim.”

Adam, oturup beklemeye başladı. Ders uzadı, oysa onun işi aceleydi. Alim, âdeti gereği, ders okuturken başını sallıyordu. Adam öyle zannetti ki, ders okutmak, yalnız baş sallamaktan ibarettir.

“Ey üstad!” dedi. “Beni kendine vekil et. Ben, senin yerine başımı sallayayım da, emanetimi çabuk getir. Çünkü işim aceledir!” Hocayı da, talebeleri de güldürdü.

Materyalist de hikâyedeki adama benziyor. Atomdaki şuursuz hareketi ve cahil kuvveti görüyor, her şeyin bunlarla olacağını sanıyor. “Beni de, kedimi de, çiçeğimi de yapan atomdur,” diyor. Hareketlerin ve kuvvetlerin arkasındaki sonsuz ilim ve iradeyi göremiyor.

“Materyalizm,” madde adına bütün manevî varlıkları inkâr eden bir felsefî akım. Canlı ve cansız bütün varlıkların, atomlardaki zıt kuvvetlerin eseri olduğunu söylüyor.

Maddede, “çekme” ve”itme” gibi kuvvetlerin bulunduğunu biliyoruz. Acaba bu kuvvetler, kâinattaki muhteşem eserleri yapabilirler mi?

Dünya bir sahne. Her yerde harika olaylar oluyor. Mevsimler değişiyor, güneş parlıyor, dünya dönüyor… insanlar doğuyor, büyüyor, ihtiyarlayıp ölüyorlar… Topraktan bitkiler çıkıyor, ağaçlar yapraklanıyor, çiçekleniyor, meyve veriyor. Bulutlar toplanıp dağılıyor, yağmurlar yağıyor, rüzgârlar esiyor…

Ve hayat aksamadan devam ediyor. Her şey mükemmel yapılıyor. Olaylar bir düzen içinde. Bir iş diğer bir işe mâni olmuyor. Kâinat fabrikası muntazaman çalışıyor.

Her hâdisede ilmin, iradenin ve sonsuz bir kudretin eserleri görünüyor. Tesadüfe yer yok…

Bütün bu olaylar kendi kendine mi oluyor? Görünen varlıklar, birer yapı taşı olan atomlar tarafından mı yapılıyorlar?

Her akıl sahibi kabul eder ki, atomlar ve onlardaki kuvvetler bir şuura sahip değillerdir. ilim, irade ve hayattan mahrumdurlar. Kendilerinin bile ne olduğunu bilemezler. Görme, işitme, koklama, tadma ve dokunma duyguları yoktur. Akılsız, şuursuz, kör ve sağırdırlar. Sûret, estetik, düzen ve düşünce gibi kavramlara yabancıdırlar. Yaratıklar için malzeme olmaktan başka bir rolleri yoktur. Ne çevreye gülücükler saçan çiçekleri, ne güzel gözlü ceylanları, ne tatlı nağmelerle şakıyan kanaryaları ve ne de düşünen insanları tanırlar.

işte bir sarmaşık! Harika bir sanat eseri! Dalları, yaprakları ne güzel düzenlenmiş. Rengini, desenini, şeklini seyretmeye doyamıyoruz. Duvarı baştanbaşa saran bu sarmaşık, saksıdaki iki avuç toprak ve bir miktar da sudan meydana geliyor. Elementler, üst üste, yan yana diziliyor ve bir sarmaşık oluyor.

Eğer, her şey kendi kendini yapmıştır, dersek şöyle bir imkânsızlık ortaya çıkar: Bu bitki, daha kendisi yokken, kendini yapmaya karar verecek, bunun için yeterli ilmi olacak, kuvveti bulunacak, kendini yapmayı isteyecek ve yapacak…

Bu mümkün mü? Böyle bir hurafeyi kim kabul edebilir? Olmayan bir şeyin ilmi, iradesi ve kudreti bulunabilir mi?

Sarmaşığın yapraklarından birindeki herhangi bir elementi düşünelim… Topraktayken kalkmış, gelmiş ve o yaprakta bir görev almış. Aklı, şuuru, hayatı, görmesi, işitmesi olmayan bir element, kendi başına bunu nasıl becerir? Üstüne düşen vazifeyi aksatmadan nasıl yapar?

Ne bitki köklerinin, ne de atomların ilmi ve iradesi bulunmadığına göre, tam da olması gerektiği kadar element köklerden girip, nasıl belli bir tartı dahilinde dallara ve yapraklara gidebiliyorlar?

Bu elementler niçin hep bir araya toplanmıyorlar da ayrı ayrı yerlere gidiyorlar? Her iş bir plân dahilinde olduğuna göre plânlayan kim?

Hayatı olmayan atomlar, nasıl oluyor da bir araya gelip canlı bir bitki olabiliyorlar?

Aynı sorular, o sarmaşıktaki ve diğer bütün bitkilerdeki elementler için de geçerli.

Eğer her mahlûkun kendi kendini yaptığını kabul edersek, şöyle bir mesele daha çıkar karşımıza:

Bu durumda, bir elementin, vazife yapacağı yeri tayin edebilmesi için bütün dünyayı, dünyadaki her yaratığı tanıması gerekir. Çünkü, dünyadaki genel âhenge uyması lâzımdır.

Ayrıca, diğer elementlerin nerede bulunduklarını, hangi bedende ne gibi bir vazife yaptıklarını bilmesi de şarttır.

Bir kalsiyum elementini düşünelim. Yenen bir gıda ile insan midesine giriyor. Plân gereği, bu elementin sağ elin baş parmağına gitmesi gerekiyor. Onun böyle bir plândan haberi bile yok. Arzu edilen yere gidebilmesi için de binlerce kilometre uzunluğundaki damarlardan geçmeli. Damarları caddelere ve sokaklara benzetirsek, bu elementin, o karışık yollardan geçmesi, adresini dahi bilmediği bir eve gitmesi arzu ediliyor.

Element bu işi başarabilir mi?

insan bile, akıl ve ilim sahibi olduğu, elinde adres bulunduğu, görüp işitebildiği hâlde bazen aradığı evi bulamazken, bu özelliklerin hiçbirine sahip olmayan atomlar, hedeflenen organa, dokuya ve hücreye nasıl giderler?

Bir nebze düşünebilen anlar ki, atomların bu işi yapması mümkün değildir. Onlar “emir kulu”durlar. Bilen, isteyen ve yapan başkasıdır. Atomlar ise, ancak birer yapı taşıdırlar. Kendilerini de, diğer varlıları da harikulâde bir incelikle yaratan Rablerinin emrindedirler.

Yapı deyince Selimiye  camiinden bahsetmemek olmaz. Görenler bilirler, hakikaten o bir mimarî incisidir. Muhteşem kubbesi ve zarif minareleriyle bir estetik abidesidir. Hâl diliyle, seyircilerine mimarının varlığını ve sanat kabiliyetini anlatmakta.

Mimar Sinan, camide görünmediği için varlığı inkâr edilebilir mi? Mimarını inkâr edebilmek için, her taşın mahir bir sanatkâr olduğunu kabul etmek gerekmez mi? Çünkü, usta kabul edilmezse, o zaman bütün taşların bir cami yapmak konusunda anlaşması, kendi kendilerini nakışlaması ve bir plân dahilinde bir araya gelmesi gerekir.

Bu fikrin nasıl bir hezeyan olduğunu söylemeye bilmem gerek var mı?

içinde ömür sürdüğümüz şu uçsuz bucaksız kâinat da bir mimarî şaheseridir. Şüphesiz ustasını gösterir ve tanıtır. Allahı inkâr adına bütün atomlara ilâhlık sıfatı veren adam, hakikattan ne kadar gàfildir! Üstelik, bu binanın yapı taşları olan zerreler her an değişmekte, ama düzen ve uyum asla bozulmamaktadır.

Kâinat gibi, içindeki her varlık da bir binaya benzer. O ezeli sanatkâr, aynı malzemeyle milyonlarca türde binalar yapmakta ve bunları akıl sahiplerine göstermektedir.

Dünya fuarında  milyonlarca tür canlı var. Her biri sanatça diğerlerinden geri değil. Şekilleri ayrı, kabiliyetleri ayrı.

Her varlık, “Biz, mahir bir sanatkârın eserleriyiz. Hangi sanat eseri tesadüfen yapılmış ki, biz de tesadüflerin ürünü olalım?” diye haykırmakta.

Ömer Sevinçgül

Yorumunuzu Yazınız

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir