BİLGİYLE GELEN MUTLULUK – Hikaye

BİLGİYLE GELEN MUTLULUK

Kanımca Birleşik Amerika eğitim ve öğretim işlerinin yönetimini Meteoroloji’ye vermek gerekirdi. Bunu laf olsun diye söylemiyorum. Akla yatkın nedenlerim var. Ama sizler öğretmenlerin meteoroloji dairesinin emrine verilmelerine karşı bir neden gösteremezsiniz. Bakın düşüncemi anlatayım… Okuyup yazmasını bildikleri için öğretmenlerden, havanın o günkü durumunu sabah gazetelerinden öğrenip merkeze tellemelerini isteyebiliriz. Ama bu konunun başka bir yönü var. Şimdi ben, Patterson Pratt, size havanın, arkadaşım Idaho Green ile bana nasıl lüks bir kültür sağladığını anlatacağım.
Montana sıradağlarında Bitter Root tepelerinde altın arıyorduk. Walla-Walla’da, kesesinde boş yere harcayacak fazla umut taşıyan keçi sakallı birine raslamış, gereken gereçleri ortaklık pahasına buluşturarak, dağlara kazma sallamaya koyulmuştuk. Yedeğimizde bir orduya barış görüşmeleri süresince yetecek kadar bol yiyecek vardı.
Bir gün Karlos’tan gelen bir postacıya rasladık. Oturup üç kutu erik reçelimizi yedikten sonra yeni bir gazete bırakarak gitti. Havanın durumu hakkında bazı tahminlerde bulunan bu gazete Bitter-Root’un karşısına “ılık, sıcak; hafif batı rüzgârları” diye savurmuştu.
O akşam şiddetli bir doğu rüzgârı çıktı. Hava karlamaya başladı. Herhalde geçici bir kasım fırtınasıdır diye düşünerek Idaho ile daha yükseklerde bir kulübeye çekildik. Fırtına sürdü. Kar bir metreyi buldu. Yine ara vermeyince olduğumuz yerde saplanıp kaldığımızı anladık. Kulübeden çıkamayacak bir duruma gelmeden önce yetecek kadar odun kestik. İki aylık yiyeceğimiz olduğuna göre, içeri çekilip rüzgârı, fırtınayı, karı, yağmuru keyfine bıraktık.
Eğer adam öldürmek sanatını özendirmek isterseniz, iki kişiyi bir ay küçük bir kulübeye kapatın. İnsan dayanamaz vallahi!
Fırtınanın ilk günlerinde birbirimizin şakalarından hoşlanarak zevkleniyor, tavada “ekmek” niyetine pişirdiğimiz hamuru yiyerek gülüşüyorduk. Üçüncü haftanın sonunda Idaho şöyle bir bildiride bulundu:
– Yükseklerde uçan bir balonda teneke bir kutunun dibine akıtılan kesik sütün çıkardığı sesi duymadım. Ama senin konuşma organlarından çıkan o boğuk gürültüyle karşılaştırılınca sütün sesi herhalde müzik ezgileri kadar tatlıdır. O kutlu ağzından çıkan şapırtıları duydukça ineğin geviş getirişini anımsıyorum. Yalnızca inek, ağzının şapırtısını başkalarına duyurmayacak kadar kibardır. Oysa sen…
Ben de yanıt olarak:
– Mister Green, bir zamanlar seninle arkadaşlık ettim ama şimdi, bir köpekle mi, yoksa bu saygın kişiyle mi kalmak istersin, diye soracak olsalar çok geçmez kulübe sakinlerinden biri kuyruğunu sallamaya başlardı.
İki üç gün böyle sürdükten sonra birbirimizle konuşmaktan vazgeçtik. Mutfak gereçlerini ikiye böldük. Idaho yemeği ocağın bir yanında ben öbür yanında pişiriyorduk. Kar pencerelere kadar yükselmişti. Ateşi bütün gün yanar tutmak zorundaydık.
O ana kadar Idaho ile bütün öğrenimimiz kara tahta üzerinde yazılı: “Jim’in üç, John’un beş elması olursa, toplam kaç elma vardır”la sınırlı olmuştu. Sağda solda sürterken deneyimlerimizle aklımızı bir az yontmuş, üniversite derecesine hiç gerek duymamıştık. Sıkışınca deneyimin bize öğrettiklerini kullanıyorduk. Fakat Bitter Root dağlarında kar yüzünden kulübeye kapanınca durum değişti.
Eski Yunancayı bilsek, Homeros’u okumuş bulunsak ve yüksek öğretimde verilen öbür dersleri öğrenmiş olsaydık kulübede kapalı kaldığımız sürece herhalde düşünecek konular bulur, düşüncelere dalma olanağını kazanırdık. Kolej öğrenimi görmüş olanları taşrada çalışırken çok gördüm, ama öğrenimlerinin işe yaradığına hiç tanık olmadım. Bir gün Snake River’da Andrew Mc William’ın binek atı hastalanmıştı. On mil uzağa araba göndererek botanikçi geçinen bir üniversite mezununu getirtti ama işe yaramadı. Adam bildiğini okudu, dönüp gitti. At da öldü.
Bir sabah Idaho eline bir değnek almış, elle erişilemeyecek kadar yüksek olan bir rafı karıştırmaya koyulmuştu. Birden yere iki kitap düştü. Saldırırken Idaho ile göz göze geldik. Bizimki bir haftadır ilk kez olmak üzere ağzını açtı.
Acele edip parmaklarını yakma. Sana arkadaş olarak ancak uyuşuk bir çamur kaplumbağası layıktır. Ama ben yine kötü davranmayacağım. Bunu az bir şey sanma. Ana babanın yaptığından çok. Bu ne terbiye? Çıngıraklı yılan dostluk kurallarını senden daha iyi bilir. Donmuş bir turptan farkın yok. Para atacağız, kazanan beğendiği kitabı alacak.
Dediğini yaptık. Idaho kazandı. Beğendiğini aldı. Ben de bana kalana el koyarak köşeme çekildim. Okumaya koyulduk.
Bir külçe altın bulsaydım, bu kitabı görünce sevindiğim kadar sevinmezdim. Idaho ise payına düşen kitabı küçük bir çocuğun bir külah şekeri seyredişi gibi incelemeye koyulmuştu.
Benimki Herkimer imzalı “Bilinmesi Gereken  Şeyler” adlı küçük bir kitaptı. Belki yanılıyorum ama, kanımca dünyanın en büyük yapıtıydı. Hâlâ saklıyorum, içindeki bilgilerle yalnızca seni değil, her kimi olursa olsun beş dakika içinde elli kez bozarım. İçinde Hazreti Süleyman’dan tut da New-York Tribune gazetesine kadar her şeyden söz ediliyordu. Herif bu bilgileri toplamak için herhalde en aşağı elli yıl çalışmış, dünyayı dört dönmüştür. Dünyadaki bütün kentlerin nüfuslarını yazmış, genç kızların yaşlarının nasıl kestirileceğini kaydetmiş, devenin kaç dişi olduğunu bildirmeyi unutmamıştı. Dünyanın en uzun tünelini, yıldızların sayısını, çiçek hastalığının kaç günde kendini gösterdiğini, kadın enselerinin ne kalınlıkta olması gerektiğini, genel valilerin veto haklarını, Roma su bentlerinin yapılış tarihlerini, Maine eyaletinde Augusta kasabasının yıllık ortalama ısısını, bir dönüm havuç ekmek için gereken tohum miktarını, zehirlere karşı kullanılacak ilaçları, sarışın bir kadının başındaki saçların sayısını, yumurta saklamanın yöntemini, dünya üzerindeki dağların yüksekliğini, şimdiye kadar yapılmış bütün savaşların tarihlerini, boğulanları kendilerine getirmenin yollarını, güneş çarpmasına karşı alınacak önlemleri, dinamitin nasıl üretildiğini, çiçeklerin nasıl yetiştirildiğini, doktor gelmeden önce ne yapmak gerektiğini, söylüyor ve bunlar gibi daha bin türlü konu hakkında bilgi veriyordu. Herifin bilmediği yoktu doğrusu.
Oturup kitabı dört günde okudum. Kolej ve üniversite öğrenimlerinin kazandırdığı bilim ve bilgi bu küçük kitapta özetlenivermişti. Kulübemizi saran karı, Idaho ile kavgalı olduğumuzu unuttum. Baktım oturmuş, ses çıkarmadan okuyordu. Meşe kabuğu rengindeki sakalının çevrelediği çehresi gizemli, yumuşak bir ışıkla ışıldıyordu.
– Idaho, senin kitabın nasıl? diye sordum.
Dargın olduğumuzu o da unutmuş olacak ki tatlılıkla yanıt verdi.
– Homer Keyem imzasını taşıyan bir yapıt.
– Keyem de (1) ne oluyor? diye sordum.
– İmza, dedi.
Idaho’nun beni bu biçimde atlatmaya kalkışına kızarak:
– Yalan söylüyorsun, dedim. Böyle imza olmaz. Herifin soyadı ne? Kitap yazsın da soyadını koymasın, olur mu hiç. Doğruyu söylesene! Buzağı gibi geveleyip duracağına çıkar baklayı ağzından.
Idaho sükunetini yitirmeden:
– Sana doğruyu söyledim. Homer Keyem imzasını taşıyan bir şiir kitabı. Önce pek anlayamadım ama okumayı sürdürünce zevkine varmaya başladım. Vallahi iki kırmızı battaniyeye değişmem, dedi.
– Senin olsun, güle güle oku. Benim işime elvermez. Ben kafamda yer edecek doğru bilgi istiyorum. Elimdeki kitap da bu isteğimi karşılıyor, yanıtını verdim.
Idaho:
– Ona istatistik derler. Var olan bilgilerin en bayağısı, insanın kafasını zehirler. Bizim Keyem’in varsayımlarının üzerine yok doğrusu! Şarap tüccarı galiba! Ama ne de olsa şiir. İnsanın duygularına metre ve santimle seslenen senin o kitabına metelik vermem. Felsefi eğilimleri doğa yasalarıyla açıklama konusunda bizim Keyem seninkini yarı yolda bırakır. Ne kentlerin nüfusu, ne ortalama yağmur düşüşü para eder, dedi.
Ne yapalım, onun düşüncesi başka, benim düşüncem başkaydı. Gecemizi, gündüzümüzü kitaplara vermiş; okumakla vakit geçiriyorduk. Kar fırtınası bize epeyce şeyler öğretti doğrusu. Donlar çözüldükten sonra bana durup dururken, birdenbire şöyle bir soru sorsaydınız:
– Sanderson Pratt, söyle bakalım: 28×20 boyutlarında bir çatıyı kutusu 9 dolardan tenekeyle döşemek kaça mal olur? Derhal yanıtını alırdınız. Dakikada 192 bin mil yol alan ışıktan daha çabuk kondururdum. Bunu kaç kişi yapabilir? Tanıdığınız herhangi birini gece yarısı uykudan kaldırıp sorun bakalım: İnsan iskeletinde dişler dışında kaç kemik vardır? Veya Nebrasha eyaletinde valinin veto hakkını meclisin kaçta kaç çoğunluğu geri  kaldırabilir? Deneyin, bilebilecek mi, bakalım?
Idaho’nun şiir kitabından ne yarar sağladığını bilemeyeceğim. Ama ağzını ne zaman açsa şarap tüccarını hemencecik göklere çıkarırdı. Hoş bu laflara benim kulak astığım yoktu.
Idaho’nun sözlerinden anladığıma göre, Homer Keyem denen köpek herif için yaşam, kuyruğuna bağlı bir teneke kutuydu. Korkudan soluğu kesilinceye kadar koştuktan sonra oturup kuyruğundaki tenekeye bakar:
– Mademki çıkarıp atamıyorum, gidip meyhaneciye doldurtayım da birlikte kafaları tütsüleyelim, derdi.
Galiba İranlı imiş. Böylesinden ne beklersiniz. İran’dan halısıyla kedisinden başka iyi bir şey çıkar mı?
İlkyazda birkaç külçe altın bulabildik. Bir yere saplanmak huyumuz olmadığı için satıp geçtik. Adam başına sekiz bin dolar aldıktan sonra Salmon ırmağı kıyısındaki Rosa kasabasına indik. Şöyle adam gibi yiyip içelim, saçlarımızı kırktıralım, bir keyif çatalım, dedik.
Rosa curcunalı bir madenci kasabası değildi. Vadide çiftçi köyü gibi sessiz, temiz bir yerdi. Üç mil uzunluğunda bir de tramvay hattı vardı. Idaho ile tam bir hafta tramvaydan inmedik. Geceleri Sunset View Oteli’nde kalıyorduk. Gezmiş, geçirmiş, okumuş, bilim görmüş insanlar olduğumuzdan Rosa’da en yüksek sosyeteye alınmıştık. Bütün önemli şölenlere çağrılıyorduk.
Rosa sosyetesinin kraliçesi olan Misis De Armond Sampson’la, belediye dairesinde itfaiye şirketinin yararına verilen bir piyano konseri ve bıldırcın yeme yarışmasında tanıştık.
Misis Sampson kasabanın iki katlı biricik yapısının sahibi bir duldu. Sarıya boyalı olan Sampson kaşanesi, nereden baksanız hemencecik gözünüze çarpardı. Rosa’da bu yumurta sarısı eve Idaho ile benden başka çengel atmak isteyen daha yirmi iki kişi vardı.
Bıldırcın kemikleri toplanıp atıldıktan, birlikte şarkılar söylenip bittikten sonra dans başladı. Orkestra başlar başlamaz 23 kişi birden koşup Misis Sampson’un başına üşüştüler. Ben dans sevdasından vazgeçerek kendisine eve kadar eşlik etmek dileğinde bulundum. Pek doğru yapmışım!
Yola koyulduk. Bir aralık Misis Sampson:
– Yıldızlar bu gece ne parlak, ne çekici, dedi.
– Şu gördüğünüz büyük yıldız dünyamızdan 66 milyar mil uzak. Işığı bize 36 yılda erişir. 18 ayak uzunluğunda bir teleskopla bakacak olursanız gökyüzündeki yıldızlardan 43 milyonunu görebilirsiniz. Bu söz ettiğim teleskopun görüş alanına on üçüncü ayaktaki yıldızlar da girer. Bunlardan biri bugün sönecek olsa ışığı dünyadan iki bin yedi yüz yıl daha görünür, yanıtını verdim.
Misis Sampson:
– Ne diyorsunuz! Hiç de bilmiyordum. Pek fazla dans etmişim. Sıcaktan yanıyorum. Terlemişim de, dedi.
– Nedeni basit. İnsanda iki milyon ter bezesi vardır. Hepsi birden çalışır. Yarım inç uzunluğunda olan ter bezelerini yan yana getirecek olsanız yedi mil eder, dedim.
Misis Sampson:
– Şaşılacak şey. Sulama çukurundan söz ediyorsunuz sandım. Bütün bunları nasıl, nasıl öğrendiniz? diye sordu.
– Dünyada gözlerim açık dolaşırım. O sayede her şeyi öğrendim!
– Mister Pratt, öğrenim görmüş insanlara hayranımdır. Buradakilerin hepsi kara cahil. Sizin gibi kültürlü biriyle tanışmış olmak benim için büyük bir zevktir, evim size açıktır. Ne zaman isterseniz, buyurun.
Böylece sarı boyalı evin sahibinin gözüne girmiş oldum. Her salı ve cuma günleri görmeye gidiyordum. Herkimer’den içinde yaşadığımız evrenin harikalarıyla ilgili öğrendiklerimi anlatıyordum. Haftanın öbür günlerinde de dul bayan, Idaho ile öbür hayranlarını kabul ediyordu. Idaho’nun Keyem’den öğrendiği ilanı aşk yöntemini uygulamaya kalkacağı hiç de aklıma gelmemişti. Bir gün öğleden sonra Misis Sampson’a bir sepet erik götürüyordum. Yolda karşılaştık. Gözleri öfkeyle açılıp kapanıyordu. Şapkası bir yana tehlikeli bir biçimde eğilmişti.
– Mister Pratt. Mister Green ismindeki kişi dostunuz, değil mi? diye başladı.
– Dokuz yıllık bir dost, dedim.
Derhal ahbaplığı kesin. Yüzüne bakılacak adam değil, diye çıkıştı. Görgünün “g”sini bilmiyor.
– Vallahi şaştım doğrusu. Benim bildiğim Idaho Green sıradan bir dağlıdır. Bütün dağlılar gibi biraz kaba, yalancı ve savurgandır. Fakat ne olursa olsun centilmen olmadığını söylemeye dilim varmıyor. Giyim kuşamı, ağırbaşlılığı ve gösterişi bakımından belki insanın gözüne batar ama kalbi iyidir. Sıradan suçlara ve şişmanlığa karşı büyük bir direnci olduğunu gördüm. Bağışlamanızı dilerim. Dokuz yıl birlikte yaşadıktan sonra Idaho’ya karşı suçlamada bulunamayacağım gibi önümde ona karşı konuşulmasına da izin veremeyeceğim.
Misis Sampson:
– Dostunuzu savunmakta hakkınız var ama bu savunmanız bana herhangi bir kadının namusuna dokunacak biçimde önerilerde bulunmuş olması durumunu değiştirmez.
– Vallahi şaştım. Idaho’nun böyle bir şey yapabileceğini hiç sanmazdım. Bir zamanlar sürekli bir kar fırtınası dengesini bozmuştu, ama o kadar. Evet, bir süre önce dağlarda kar yüzünden tıkanıp kalmıştık. Vakit öldürmek için bazı şiirlere merak sarmıştı. Belki bunlar ahlakını bozmuştur, dedim.
Misis Sampson:
– Tanıştığımızdan beri bana Dirty Henry (1) adında birinin şiirlerini okuyup duruyor. Bu şiirlere bakacak olursak herif kafirin biri.
– Öyleyse yeni bir kitap bulmuş, yanıtını verdim. Keyem takma adını kullanan birinin yapıtını okuyordu.
Misis Sampson:
– Her neyse. Bugün üstüne tuz biber ekti. Bir buket çiçek göndermiş, üzerine ünlü şiirlerinden bir satır iğnelemiş. Mister Pratt siz kültürlü bir insansınız. Kibar bir kadın görünce anlarsınız. Rosa sosyetesindeki konumumu biliyorsunuz. Bir somun ekmek ve bir testi şarapla ormanlara kaçarak onunla oynaşıp gülüşmeye razı olamayacağımı pekâlå kestirirsiniz. Testiyle şarap içerek ormanlarda aşk sefalarına dalacak insan değilim. Yemekte bir kadeh Bordo şarabı içerim, o kadar. Şiir kitabını da birlikte alacakmış. Öyle dedi. Kendisi gitsin. Olmazsa Dirty Henry’yi de yanına alsın. Eminim karşı çıkmaz. Yeter ki şaraba göre ekmek fazla olmasın. Söyleyin bakalım Mister Pratt, bu durum karşısında dostunuzun centilmenliği nerede kaldı?
– Idaho’nun bu çağrısı belki ciddi değildir. Şiirden ibarettir. Belki de gizli anlamı olan şiirlerdendir. Bu gibi yapıtlar yasa ve düzene karşı olmakla birlikte söylenmek istenen anlamın söylenenden başka olduğunu imayla basım iznini alırlar. Bu kusurunu bağışlarsanız, Idaho’nun adına teşekkür ederim. Kafalarımızı şiir dünyasının bayağı havasından kurtaralım. Gerçek ve düşünce dünyasının yüksek düzeyine erişelim. Bırakın bunları Misis Sampson! Böyle güzel bir günde güzel şeyler düşünelim. Burası sıcak olduğu halde ekvator serindir. Orada havanın sürekli biçimde beş bin metre yükseklikteki kadar soğuk olduğunu unutmayalım. Kırkıncı enlemle kırk dokuzuncu enlem arasında iklim, bin ile üç bin metre yükseklikteki iklime benzer.
Misis Sampson:
– Ömrünüze bereket, Mister Pratt. Dirty’nin şiirlerinden ağzım yandıktan sonra bu güzel şeyleri işitmek hoşuma gidiyor, diye hoşnutluğunu gösterdi.
– Gelin, yolun kıyısındaki şu kütüğün üzerine oturup şairlerin edepsizliğini, acımasızlığını unutalım. Gevezelik kavramını ancak bilimsel bilgileri ve yasalaşmış düzeni anlatan rakamların görkemli sütunlarında bulabilirsiniz. Bakın Misis Sampson, bu oturduğumuz kütük bir istatistiktir. Ve herhangi bir şiirden daha güzeldir. Halkalar altmış yıllık olduğunu gösteriyor. Yer altında, yedi yüz metre derinlikte üç bin yılda kömür olur. Dünyada en derin kömür madenleri Newcastle’de, Killingworth’dadır. Dört ayak uzunluğunda, üç ayak genişliğinde, iki ayak sekiz inç derinliğinde bir kap bir ton kömür alır. Eğer damar kesilecek olursa kesilen yerin üst bölümünü sıkmalısınız. İnsan ayağında 30 kemik vardır. Londra kalesi 1841’de yanmıştır.
Misis Sampson:
– Sürdürün, Mister Pratt. Çok güzel düşünceleriniz var. Hoşuma gidiyor. İstatistik kadar sevimli bir şey düşünemiyorum doğrusu, dedi.
Bununla birlikte Herkimer’den asıl yararı iki hafta sonra gördüm.
Bir gece:
– Yangın var! sesleriyle uyandım. Fırlayıp gittim, görünümü seyre koştum. Misis Sampson’un evi olduğunu görünce rüzgâr gibi uçtum. İki dakika sonra oradaydım.
Sarı evin alt katını alevler tümüyle sarmıştı. Rosa’da erkek, kadın, köpek, kız, kısrak adına ne varsa hepsi yangın yerine üşüşmüştü. Bağrışıyorlar, havlayıp haykırıyorlar, itfaiyenin yolunu kesiyorlardı. Idaho’nun kendisini zorla tutan altı itfaiye erinin elinden kurtulmaya çalıştığını gördüm. Alevlerin alt katı tümüyle sardığını, içeri girmenin ölüm demek olduğunu anlatmaya çalışıyorlardı.
– Misis Sampson nerede? diye sordum.
İtfaiye erlerinden biri:
– Onu gören yok. Yatak odası yukardadır. Girip bakmak istedik, olanak yok. Merdivenimiz de yok, yanıtını verdi.
Ateşin ışığına doğru koşarak elimi cebime attım. Çekip kitabımı çıkardım. Aradığımı gözümün önünde görünce kahkahayla güldüm. Herhalde heyecandan kendimi yitirmiş olacağım.
– Haydi yavrum Herkimer, kendini göster. Şimdiye kadar tek bir yalanını yakalamadım. Her zaman yardımını gördüm. Anlat bakalım, bu işin içinden kurtulmanın çaresi nedir? dedim.
“Kazalarda ne yapmak gerek” bölümünü açtım. 117’nci sayfadaydı. Elimle işaret ede ede istediğim yeri buldum. Herkimer’in üstüne yoktu vallahi. Hiçbir şeyi unutmamıştı.
“Gaz ve dumandan boğulma…” Keten tohumu çok iyi gelir. Gözün dış kenarına biraz keten tohumu koyun…
Kitabı cebime yerleştirdikten sonra yanımdan koşarak geçen bir çocuğu yakaladım.
Eline bir miktar para sıkıştırarak:
– Koş, eczaneden bana bir dolarlık keten tohumu getir, çabuk ol sana da bir dolar var dedim.
Çevredeki halka seslenerek:
– Haydi bakalım, Misis Sampson’u kurtaralım, diye bağırarak şapkamı ceketimi çıkardım.
İtfaiye erlerinden dördü çevremi alarak içeri girmenin ölüm olduğunu, tavanların yanıp düşmeye başladığını söylediler.
Gülmek istemediğim halde sırıtarak:
– Keten tohumu tedavisini yapabilmek için göz olması gerek, diye bağırdım. İtfaiye erlerinden ikisini dirseklerimle ittim, üçüncüsünü yana savurdum, dördüncüsünün dizine bir tekme salladıktan sonra eve daldım. Ölseydim, bir mektup yazıp öbür dünyanın sarı evin o günkü durumundan daha iyi olup olmadığını bildirirdim. Ama şimdilik içiniz rahat olsun. İyi atlattım. Lokantada acele ısmarladığınız tavuk kızartmasından biraz daha fazla kavruldum o kadar.
Alev ve dumandan iki kez yıkıldım. İtfaiye hortumlarının yardımıyla doğrulmayı başararak Misis Sampson’un odasına erişebildim. Dumandan kendini yitirmişti. Çarşaflara sarıp omzuma aldım. Yangın söyledikleri kadar zarar vermemişti. Yoksa kurtulamazdım.
Zavallı kadıncağızı evden elli yarda kadar uzakta otların üzerine yatırdım. Adayların yirmi ikisi birden ellerinde kovalarla hemencecik çevremizi aldılar. Her biri Misis Sampson’u kendi kurtarmak istiyordu. Bu arada eczaneye gönderdiğim çocuk geldi. Keten tohumunu getirmişti.
Örtüleri açınca Misis Sampson başını kaldırıp gözlerini araladı:
– Mister Pratt, siz misiniz? dedi.
– Aman, ilacı sürmeden konuşmayın, susun, yanıtını verdinm.
Elimi boynuna dolayıp özenle başını kaldırdım. Öbür elimle keten tohumunun paketini açtım. Eğilerek usulcacık acıtmadan gözünün dış kenarına birkaç tohum yerleştirdim.
Bu sırada kasabanın doktoru koşa koşa çıkageldi. Ve Misis Sampson’un nabzını yakalayıp muayene ettikten sonra bana:
– Bu saçmalar da ne? diye çıkışmaya başladı.
– Keten tohumu! Doktor değilim ama bunu nereden öğrendiğimi sana öğreteyim, yanıtını verdim.
Koşup ceketimi getirdiler, kitabı çıkarıp gösterdim.
– Duman ve gazdan boğulmanın neyle tedavi olunduğunu öğrenmek istersen 117’nci sayfaya bak dedim. Gözün dış kenarına keten tohumu koyun diye yazıyor. Dumanı mı emiyor yoksa midenin hipopotam sinirini mi harekete getiriyormuş, bilemeyeceğim. Bildiğim bir şey varsa o da bunu öğütlediğidir. Hastanın tedavisine sizden önce o çağrıldı. Ama konsültasyon yapmak isterseniz karşı çıkmaz.
Yaşlı doktor kitabı aldı. Gözlüğünü takarak itfaiye fenerinin ışığında şöyle bir inceledikten sonra:
– Mister Pratt küçük bir yanlış yapmışsınız. Yanlış satırı okumuşsunuz. Boğulmaya karşı öğütlenen reçetede bakın ne yazılı: Hastayı derhal temiz havaya çıkarın, yan yatırın. Keten tohumu tedavisi göze toz ve çöp kaçtığı durumlar için, bir satır üstünde.
Bu arada Misis Sampson araya girerek:
– Bana baksana, doktor. Bu konsültasyonda benim de söz söylemeye hakkım var, sanırım. Hayatta bana o keten tohumu kadar iyi gelen bir ilaç düşünemiyorum diyerek başını kaldırıp koluma koydu.
– Sandy, şekerim, haydi öteki gözüme de biraz istiyorum, diye nazlandı.
Bugün, yarın ne zaman istersen gel. Rosa’nın ortasında güzel, sarı bir ev göreceksin. Bir zamanlar Misis Sampson diye anılan ve artık Misis Pratt adını taşıyan o benzersiz kadının varlığıyla büsbütün güzelleşen güzel sarı bir ev! İçeri girecek olursan oturma odasının ortasındaki mermer masanın üzerinde Herkimer’in “Bilinmesi Gereken Şeyler” adlı yapıtını kırmızı marokenle ciltlenmiş olarak ve gerektiğinde insanları mutlu etmeye yarar her konuda akıl öğretmeye hazır bir durumda bekliyor bulacaksın.

Yorumunuzu Yazınız

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir